Wednesday, April 9, 2008

Sonu yaklaşan faşizan elitizm


Tarihimiz boyunca çağdaş uygarlığı yakalayabilmek için gereken değişimleri gerçekleştirme yolundaki aksiyonların genelde kısıtlı bir üst tabakadan geldiğini hepimiz biliriz. Dönüşümün kaçınılmaz hale geldiği zamanlarda bile Avrupa’dakinin tam aksine halkın talepleri çoğunlukla cılız kalmış ve bu görev kendisini halkı modifikasyona tabi tutmakla görevli kılan bir yönetsel elit tarafından üstlenile gelmiştir.

Bu realitenin çok çeşitli tarihsel ve toplumsal nedenleri vardır. Batı toplumlarının doğu toplumlarına göre daha birey eksenli bir kültüre sahip olması gibi genel bir yapısal özellikten, bunu harekete geçiren coğrafi keşiflere ve Protestan dinamiklerin ortaya çıkmasına kadar uzanan çok geniş bir analiz söz konusu edilebilir. Hiç kuşkusuz bu sosyolojik yapının en önemli etmenlerinden biri de, sanayi devrimi sonrası büyük kentlerin ve ticaret merkezlerinin oluşması sonucu feodal yapıların tamamıyla kırılıp güçlü bir burjuva sınıfının ortaya çıkmasıyla ilgili.

Anadolu topraklarında ise endüstriyel gelişimin devlet eliyle ve oldukça geç kalmış bir şekilde başlaması nedeniyle modernitenin öngördüğü toplum dinamiklerinin harekete geçmesi, toplumsal bir değişim süreci yaşanması ve güçlü bir burjuvazinin ortaya çıkması epey bir zaman aldı. Bu da, toplumun değişim sürecine bizzat katılmasında ve bir süre sonra tıpkı Batı’da olduğu gibi sürecin itici gücü haline gelmesinde ciddi gecikmelere yol açtı.

Ne var ki, fazlasıyla ötelenmiş olan bu sürecin son 10 yıldır Türkiye’de büyük bir hızla yol aldığı görülüyor. Gelişen ve zenginleşen Anadolu sermayesi, bilgi birikimini ve dünyayla iletişimini artıran orta sınıf ve liberalleşen çevrenin getirdiği ekonomik ve demokratik serbestliğin tadına varan kitleler değişimin gerisinde kalan yapıyı artık bir hayli zorlamakta.

Osmanlı’nın son zamanlarından cumhuriyete miras kalan ve bir zamanlar toplumsal değişimi kendi görevi addeden yönetsel elit ise değişimi büyük bir korku ve endişe içerisinde karşılamakta. Onun çevresinde yaşam alanı bulmuş yapay burjuvazi için de benzer şeyleri söylemek mümkün. Her ikisinin de hukuk ilkelerini hiçe sayarak dönüşümün ve demokrasinin önünü kesmek için var gücüyle çabaladığına tanık olmaktayız.

Peki kendini sürekli olarak batılı yaşam tarzı ve Avrupai değerlerin yılmaz savunucusu olarak öne süren bu sınıfların içine düştüğü çelişkiler yumağı nasıl açıklanabilir? Madem ki evrensel hukuk ve çağdaş demokrasi ulaşılması gereken hedefleri işaret etmekte, öyleyse toplumsal gelişimin öngördüğü üzere bu taleplerin artarak geliyor olması ve tüm toplumu kapsayıcılığı niçin bu denli bir direnişle karşılık bulmakta?


Aslında ortada pek de şaşırtıcı olan bir şey yok. Çünkü asıl problem, onyıllardan beri demokratik ve hukuksal bir yapıyı savunduğunu iddia eden oligarşik bürokrasinin ve onun destekçilerinin samimiyetinde yatmakta. İkiyüzlülüğün kökenine inildiği zaman da, büyük bir çıkar tablosunu ima eden ipuçlarını yakalamak mümkün. Çünkü tablonun üzerindeki perdeyi araladığımızda karşımıza demokrasiye saygılı bir örgütlenme değil, toplumla eşit tutulmayı içine sindiremeyen, farklı kültür ve değer yargılarına sahip alt sınıfların kendileriyle eşit fırsatlar elde etmesini asla kabullenemeyen ve çıkarları gereği tekelinde gördükleri kamusal olanakları hiçbir şekilde paylaşmaya yanaşmayan oldukça faşizan bir elitizm çıkmakta.

Zira Türkiye’nin dünyayla yaşadığı etkileşim kitlelerin farkındalıklarının ve bilgi düzeylerinin artmasına, zenginliğin daha sağlıklı bir biçimde topluma yayılmasına ve insanların kültürel-dinsel kimliklerini moderniteyle beraber bir sentez halinde yaşayabileceklerini görmesine yol açtı ve bu da elitizm açısından kaygı verici bir duruma işaret etmekteydi. Sonunda kaygılar doğru çıktı ve bu yeni farkındalık geniş kitlelerin sosyal ve ekonomik hayata daha etkin katılımını sağlamakla kalmadı, aynı zamanda buna meydan vermek istemeyen elitist kitlenin tüm iç yüzünü de gözler önüne serdi.

Elbette elitizm yanlıları için kendi iç dünyalarındaki bu gerçekliği açığa vurabilmek kolay değil. Çünkü demokrat olabilmeyi kendi cemaatlerine has bir üst kimlik olarak gören bu grubun, evrensel hak ve hukuk anlayışı söz konusu olduğunda baskıcı bir yapıya bürünmesinin demokrasi çerçevesinde hiçbir mantıksal savunması bulunmamakta.

İşin ilginç tarafı şu ki, kendileri de bunun bilincindeler ve entelektüel düzeydeki savunmaları niyet okuma gösterilerinden veya retoriksel sloganlardan öteye geçemiyor. Doğal olarak “laikliğin veya demokratik cumhuriyetin tehdit altında olduğu” savları da, demokrasi ve laikliğin beşiği konumundaki AB reformları yolunda ilerleyen bir iktidar söz konusu olduğunda son derece basitleşiyor, mantıksızlaştırıyor ve bencillikle şekillendirilmiş duygusal dışavurumun dayanaksız bir ifadesinden fazlasını ima edemiyor.

Sonuç olarak faşizan elitizmin entelektüel arka planı gün geçtikçe zayıflamakta, savlarının içi boşalmakta. Bu da kendi cemaatine özgülediği pozitivist laiklik anlayışını, ürettiği korkuları ve tekrarlayıp durduğu sloganları anlamsızlaştırmaktan başka bir işe yaramamakta. Bu derece anlamsızlaşan ve entelektüel kapasitesi boşalan fikirlerin de toplumun bilinçaltından uzun vadede yok olacağını kestirmek hiç zor değil.


Bu bağlamda oligarşik bürokrasinin kendi iktidarı için araçşallaştırarak Türkiye’ye dayattığı birçok korku ve çağdışı kavramın da tarihin tozlu sayfalarındaki yerini alması artık kaçınılmaz bir gerçekliktir. Bu da bize, Türkiye toplumunun ileride daha katılımcı ve demokratik bireylerden oluşacağı ve hukuk devleti karşıtlarının hiçbir zaman yeterli desteği bulamayacakları müjdesini veriyor.


9 Nisan 2008

No comments: