Friday, April 25, 2008

Din karşıtlığı açığa vuruluyor


Bu hafta içerisinde yaşadığımız iki olay, din karşıtı radikal oligarşi ve onun taraftarlarının muhafazakar öğelere karşı duyduğu alerjinin tipik göstergeleri olarak karşımıza çıktı.

Olayların ilkinin kahramanı, CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen. Tüm eleştirilere karşı genel başkanını cansiperane korumasıyla meşhur bu siyaset adamımız aynı zamanda bir muhtırasever olarak tanınmakta.

Kendisi her platformda kahramanca Deniz Baykal’ı savunadursun, birkaç gün önce ABD’li gazeteci Dion Nissenbaum’a verdiği mülakat hayli olay yarattı. Öymen bu mülakatta genç kızların başörtülerini Nazilerin siyah gömleklerine benzetti ve bu kızları tasvir ederken Hitler dönemi gençliğini ve Mussolini İtalya’sını örnek verdi. Söyledikleri basına yansıyınca da yaptığının ne derece büyük bir skandal olduğunun farkına vararak olayı gündeme taşıyan medya kuruluşlarını yalan söylemekle itham etti ve onları provokatif davranmakla suçladı.

Ne var ki atalarımızın, “yalancının mumu yatsıya kadar yanar” sözü bir kez daha yerini buldu ve Dion Nissenbaum görüşmenin ses kaydını kendi internet sitesinde dün itibariyle yayımladı. Böylelikle kaydı dinleyen ve biraz yabancı dili olan herkes Onur Öymen’in milletin gözüne baka baka yalan söylediğini açıkça gözlemlemiş oldu.

Anlaşılan kayda alınmış bir görüşme hakkında yalanlar uydurmanın ileride kendisini çok daha zor durumda bırakacağını irdeleyebilmekten uzak bir insan var karşımızda.

Elbette bu denli tecrübeli bir bürokrat ve siyaset adamından beklenebilecek bir tavır değil. Ancak belli şartlarda insanın bilinçaltındaki saklı düşünceleri bilinç üstüne çıkıp kişiyi zor durumlarda bırakabilmekte. Herhalde mülakatın havasına kendini kaptırıveren Öymen boş bulunup herkesçe bilinen ama gizli kalması gereken düşüncelerini istemeden açığa vurmuş oldu.

Aslında yakınıp dizlerini dövmesine fazla gerek yok, çünkü aklı başında her birey CHP’nin başörtüsü ve din konusunda ne düşündüğünü gayet iyi bilmekte. Bu bağlamda yapılan malumun ilamından öteye geçmiyor.

Öymen şimdi ne yapar ne eder bilinmez. Ancak özür dileme mekanizmasının işlemeyeceği aşikar. Muhtemelen bunun bir komplo olduğunu, kaydın sahte olduğunu, başkasının kendi sesini taklit ettiğini iddia edebilir. Hatta ABD’li gazeteci Nissenbaum’u Fethullah Gülen’in müridi olmakla suçlayabilme olanağına bile sahip. Ne de olsa ülkemizde buna inanacak çok sayıda gözü açık vatandaşımız var.

Haftanın diğer bir olayı da, GS’li futbolcu Hakan Şükür’ün Fenerbahçe maçıyla ilgili olarak yaptığı, “Kutlu Doğum Haftası’na yakışan bir maç olsun, barış ve sevgi ortamı içerisinde geçsin” şeklindeki beyanatının sonucunda ortalığın birdenbire karışması.

Türkiye Cumhuriyeti toprakları içerisinde dinsel hiçbir söyleme tahammül edemeyen kaba pozitivist yaklaşım, ayırımcılıktan oldukça uzak bu barışçıl sözler karşısında da en sert tepkiyi vermekten geri kalmadı.

Örneğin Fatih Altaylı, Hakan Şükür hakkında soruşturma açılmasını talep ederken, eski başkan adaylarından Adnan Öztürk, “laik cumhuriyette böyle sözler GS camiası içerisinde kabul edilemez” diyerek öfkesini dile getirdi.

Merkez medya da bu yarışa ön saflarda katıldı. Düşünce dünyamızın büyük ismi Oray Eğin savcıları göreve çağırırken, bilindik gazetelerde belli okuyucuların yorumları derlenerek ön plana çıkarıldı:

“Elin arabının doğum gününü Türkler ne yapsın…”
“Pislik arabın doğum günü haftasını onlar kutlasın, burası laik Türkiye Cumhuriyeti…”
“Hakan Şükür gibiler bu ülkeden temizlenmeli…”

Bu yorumlar elbette son derece manidar. Ama daha da manidar olanı, bunların özenle seçilip yayımlanmış olması. Çünkü her ülkede radikal unsurların var olması doğaldır, ancak bunların öne çıkarılması bir kastı ima eder.

Unutmayalım ki yerleşik oligarşik düzene ve onun benimsetmeye çalıştığı dogmalara en ufak bir eleştiriyi 301. madde kapsamında suç kabul eden bir rejimden ve bu eleştirileri yapanları hedef gösteren bir basın anlayışından söz ediyoruz.

Tüm bunlardan sonra akıllara ister istemez cumhuriyetin ilk dönemi din karşıtı pozitivist akımın simge isimlerinden Kemalettin Kamu’nun şu dizeleri geliyor:

“Ne mucize ne efsun

Ne örümcek ne yosun
Çankaya yeter bize
Kabe Arab'ın olsun...”

Bu mısralarda cisimlenen olgusallık tapıcılığı tarihin tozlu sayfalarına karışalı uzun yıllar oldu. Ancak anlaşılan o ki bürokrasideki hakim anlayışın patolojik sanrılarıyla şekillenen sorgulanamaz ilkelere ibadet kültü ve “üzerine güneş gibi doğmak” için kenarda köşede karanlık arama faaliyetleri bir süre daha devam edecek.

Ancak hem değişimin karşı konulmazlığı hem de halkımızın buna verdiği destek şüphe götürmez bir gerçeklik durumunda. Bu da yapının kırılmasını kaçınılmaz kılıyor. Çünkü iç ve dış şartların sizi demokratik bir yapıya zorladığı günümüzde, özgürlükleri tehdit kabul eden devletçi bir korku zihniyetinin varlığını uzun süre devam ettirebilmesi mümkün değil.

Bu bağlamda korku siyasetinin süregelen yıpranması onulmaz bir şekilde hızlanacak, yıpranması hızlandıkça da korkuları kullanarak halkı güdebilme imkanı yok olacaktır.

Süreç halihazırda devam etmektedir ve geleceğin Türkiye’sinde artık ne Hakan Şükür’ü linç etmek isteyenlere ne de siyaset sahnesinde Öymen gibi politikacılara rastlanabilecektir.

Asıl mesele bu geleceğin ne kadar yakın olacağı.

Yetmiş yıl önce bizimle benzer gelişmişlik düzeyinde olan ülkelerin şimdi birkaç katımız zengin olduğu düşünülürse, sürecin hızlı olmasının ne kadar fayda sağlayacağını anlamak pek de zor olmasa gerek.


25 Nisan 2008

No comments: