Tuesday, May 27, 2008

Yargı bağımsızlığı mı, yargısal elitin keyfiliği mi…


Hukuk devletinde bağımsız yargı, kuvvetler ayrılığı prensibi bağlamında hiç kuşkusuz vazgeçilemeyecek değerlerden bir tanesi. Çünkü bağımsız yargının varlığı yasama ve yürütme organlarının denetimi açısından kritik bir önem taşıyor.

Nitekim tüm demokratik ülkelerde işleyiş bu şekilde.

Ne var ki söz konusu işleyişin sağlıklı bir biçimde yürüyebilmesi için yargının bağımsızlığı kadar hayati başka bir faktör daha var: “yargının tarafsızlığı”.

Tarafsız olmayan bir yargı mekanizması, her şartta evrensel hak ve hukuktan yana tavır alması gereken demokratik anlayıştan farklı bir duruşu ifade edebiliyor ve söz konusu mekanizma olgulara ideolojik gözlüklerle bakmayı yeğleyebiliyor. Bu gerçekleştiği takdirde de yargı erki desteklemekte olduğu ideoloji yanında saf tutuyor, adalet terazisini elden bırakıyor ve bir siyasal görüşün aracı haline geliyor.

Yargının bağımsızlığı da böylece otomatikman “yargının keyfiliği”ne dönüşmüş oluyor.

Bu çeşit bir keyfilik sadece yargıya olan güveni yıpratmakla kalmıyor, hukuk devleti kavramını da sulandırıyor.

Türkiye’de geçen hafta yaşanan “y-muhtıra” olayı, egemen devlet ideolojisine ait dünya algılayışının yüksek yargı organları tarafından paylaşıldığını ve yargının bu yönde taraf olduğunu şüpheye meydan vermeyecek bir şekilde teyit etti.

Bu oldukça şanssız, ama Türkiye için bir o kadar da alışılagelmiş bir durum.

Çünkü cumhuriyet kurulduğundan bu yana muhtıralarda, darbelerde ve demokrasinin sekteye uğratıldığı kalkışmalarda yargısal elitin en azından düşünsel bir desteği esirgemediğini biliyoruz. Kendilerinin de bu gerçekliği inkar ettikleri pek söylenemez, zira Tansel Çölaşan’ın 1960 darbesini kutsayıcı sözleri bu zihniyetin halen sürdüğünün bir göstergesi.

Bu denli siyasallaşmış bir yargının sert eleştirilerin muhatabı olması gayet normal. Çünkü kabul etmek gerekir ki siyasal iktidarın ve demokrat unsurların bu keyfiliğe sessiz kalması ve eylemsizliği tercih etmesi çok da beklenebilecek bir tavır değil.

Ancak yargısal elitin en önemli kurumlarından ikisi olan Yargıtay ve Danıştay’ın canı artık epeyce sıkılmış olmalı ki, geçen hafta peş peşe yayımladıkları bildirilerde bu konuya değinmeden edemediler. Kamuoyundan kendi bakış açılarına yönelik eleştirileri sert bir dille kınayan bu iki kurum, tarafsız bir yargı talebinde bulunanları da, “maksadı belli iktidar yandaşları” olmakla suçladılar.

Böylelikle yüksek yargı, ideolojik cübbesini kuşandığını bir kez daha kendi ağzıyla itiraf etmiş oldu ki bunun bir sürpriz olduğu iddia edilemez.

Bildirilerde dikkat çekici diğer bir nokta da, verilen kararların sorgulanmazlığı bağlamında "yargının bağımsızlığı"na ısrarla vurgu yapılıyor olması.


Yargısal elit bu yolla kendi tarafgirliğini normal saymakla kalmıyor, icraatlarının tamamının “yargısal bağımsızlık” zırhı içerisinde mütalaa edilmesi gerektiğini ileri sürüyor. Yani adaletin en önemli unsuru olan tarafsızlık ilkesini ayaklar altına almış olmasının hiçbir yaptırımına katlanmak niyetinde olmadığını açıkça ilan ediyor.

Her nedense, statükoyu korumak için toplum üzerinde baskıyı meşru gören kurumların bağımsızlığa pek meraklı olduğunu gözlemlemekteyiz. Bu sadece Türkiye için değil, tüm dünya için kabul görecek bir saptama.

Örneğin İran’da rejimi muhafazayla görevli Anayasayı Koruma Konseyi de bağımsızlık konusunda son derece hassas ve Türkiye’deki muadilleriyle ciddi benzerlikler gösteriyor.

Bu konsey, milletvekili seçilecek adayların hayat tarzlarını kurcalamaktan meclisten çıkan kanunların rejime uygunluğunu denetlemeye kadar geniş bir yetki alanında söz sahibi.

Rejimin yüce çıkarları gereği pek çok haksız uygulamanın altına imza atan konsey, aldığı kararların ve yayımladığı bildirilerin hukuksuzluğu karşısında eleştiriye maruz kalmayı asla kabul etmiyor. Çünkü devlet ideolojisi safında bir taraf olmayı ve bağımsızlığını kullanarak toplum iradesi karşısında ceberut bir gölge gibi dikilmeyi doğal bir hak olarak görüyor.

İşin tuhafı, Türkiye’deki yargısal elit İran’daki statükoya ve onun organlarına özgürlükleri hiçe saydıkları gerekçesiyle tepki gösteriyor ve onları “kötü örnek” olarak ifşa ediyor.

Oysa aralarındaki benzerlikleri yakalayabilmek için gereken tek şey dönüp aynaya bir göz atmaları. Çünkü her ikisi de özgürlükleri tehdit olarak görüyor, çoğulculuktan hoşlanmıyor ve kendi rejimlerinin dünya algılayışını her türlü değerin üzerinde tutuyor.

Böyle bir gayrı hukuksallık altında da bağımsızlıktan dem vurup keyfiliklerini sonuna kadar meşrulaştırabilmenin hesaplarını yapıyorlar.

Bize de, anayasa ve kanunları evrensel hukuk ve çağdaş demokrasiyle uyumlu hale getirmenin ne derece önemli olduğunu kavrayabilmek kalıyor. Çünkü adam gibi bir yargı sistemine sahip olabilmenin ve yargıyı “insan hakları ve hukukun üstünlüğü”nün denetimine sokabilmenin tek yolu buradan geçiyor.

Zaten statükonun en fazla endişe duyduğu değişim de bundan başka bir şey değil.

Yoksa siz, statükonun yeni anayasa taslağına niçin bu denli karşı çıktığını hiç düşünmediniz mi?


27 Mayıs 2008

Friday, May 23, 2008

Türkiye bir hukuk devleti değil


Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının değişmez maddelerinden birinde kendine yer edinmiş olan hukuk devleti ilkesi, yargısal elitin sıklıkla kullandığı bir kavram. Bu bağlamda Yargıtay ve Danıştay gibi yüksek yargı organlarının üyeleri, kurumlarına karşı eleştiriler söz konusu olduğu zaman genellikle bu ilkeye atıfta bulunarak yanıt vermeyi (ya da vermemeyi) tercih etmekteler.

Emekli yargı mensuplarının birçoğunu da bu genellemeye dahil edebiliriz.

Bunların başında rejimi her türlü aykırılığa karşı korumayı kendilerine görev belleyen, parti kapatmalar konusunda uzmanlaşmış Vural Savaş ve Sabih Kanadoğlu gibi isimler gelmekte.

Göğüslerini halk iradesine siper etmekle muvazzaf bu şahısların hukukun üstünlüğüne ısrarla vurgu yapıyor olmaları, doğal olarak “hukuk devleti”nin ne olduğu konusunda insanların aklında birtakım şüpheler uyandırabiliyor. Çünkü rejimin âlî menfaatleri söz konusu olduğunda, yargıçların tüm hak ve hukuku bir kenara bırakıp devletten yana taraf olmaları gerektiğini ifade edecek kadar jakoben bir tavır sergileyen bu kişilerin hukukun üstünlüğünden dem vurmaları itiraf etmek gerekir ki biraz kafa karıştırıcı.

Fakat ortada pek de çelişkili bir durum söz konusu değil. Zira anti demokratik anlayışların tahakkümü altında hazırlanmış yasalar çoğu zaman hukukla ilintili olamayabiliyor.
Bilindiği üzere hukuk devleti, hak merkezli ve bireyi öne çıkarıcı, insan haklarına ve toplum iradesine saygıyı esas alan bir yönetim biçimini ifade etmekte. Bu ilkeler devlet tarafından temel kabul ediliyor, böylece birey ve toplum hakları kanunların yapıtaşını oluşturuyor. Haklar genişleyip yeni boyutlar kazandıkça yasalar da ona uygun bir biçimde revize ediliyor
Oysa bundan yeterli nasibi almamış bir kanun devleti, hukuksal dayanağı olmayan kuralların yazılı olduğu bir kanunlar topluluğuna dayanabiliyor. Burada devletin ve onun temsil ettiği ideolojinin korunması, birey ve toplum haklarından daha büyük bir öneme sahip oluyor. Bu zihniyet de bürokratik bir elitin, askeri cuntaların veya diktatörlerin güç sahibi olduğu devletleri ima ediyor.
Türkiye’de de kanunların hukuksallığı bağlamında ciddi sıkıntılar söz konusu.

Örneğin hiçbir hukuk devletinde Türkiye’dekine benzer bir siyasi partiler kanunu bulunmamakta. Bu nedenle bir hukuk devletinde hiçbir kovuşturmaya tabi tutulmayacak söylem ve uygulamalar, Türkiye’deki parti kapatmalar için delil teşkil edebiliyor.

Veya pek bir eşi ve benzeri olmayan çift başlı yargı sistemi neticesinde, sivil mahkemenin konusu olacak işlemler askeri mahkemelerin görev alanına girebiliyor ve ortaya çok farklı kararlar çıkabiliyor.

Örnekleri çoğaltmak mümkün.

Hal böyleyken, bu mekanizmanın ürettiği sonuçlara getirilen eleştirilere karşı “hukuk devleti” kavramını kullanarak savunma yapmaya çabalamak, kendi içerisinde bir anlamsızlaşmayı kaçınılmaz kılıyor. Çünkü savunulan statükonun ürettiği neticeler “yasal” niteliğe sahip olmakla beraber apaçık bir biçimde hukuk dışı.

Bu sorunlu mekanizmayı en iyi şekilde tespit etmesi ve siyasi erki çözüm için cesaretlendirmesi gereken kesim ise elbette hukukçular. Ne var ki hukukçuların bu işlevi yerine getirebilmesi için her türlü ideolojiden ve tarafgirlikten uzak olmaları şüphe götürmez bir zorunluluk. Ancak bu şekilde genel kabul görmüş hukuk normlarını yakalamak ve özgür toplumların öngördüğü bir adalet sistemini hayata geçirmek mümkün olabilir.

Türkiye’de olduğu gibi yapıya ideolojik gözlüklerle yaklaşılması durumunda ise, sistemin bekasını sağlamak üzere kanunların hukukla bağının koparılması kaçınılmaz oluyor. Bunu açıkça itiraf etmek de mümkün olmadığı için, Kanadoğlu gibileri tarafından söz konusu yapının kamuoyuna “hukuk devleti” olarak yutturulmaya çalışılması gerekiyor.

Ancak tüm bu çabalar bile sürecin hukuksuzluğunu ortadan kaldırmaya yetmiyor. Çünkü evrensel ilkeler, yapılanların bir hukuk pratiği değil “anti demokratik yasalar tahakkümü” olduğunu gayet açık bir biçimde ortaya döküyor.

Yine de büyük bir karamsarlığa kapılmaya gerek yok. Çünkü Türkiye’nin iç dinamikleri, kırılamaz addedilen bu yapıyı son derece zorluyor. AB süreci de göz önünde bulundurulduğu takdirde, dış desteğin hayli güçlü olduğu söylenebilir. İkisi arasında sıkışan yargısal elitin statükoyu uzun vadede muhafaza edebilmesi pek olası görünmüyor.

Yapının tam anlamıyla kırılması ne zaman gerçekleşir bilinmez. Ama şu bir gerçek ki, bir hukuk devleti olmadığınız takdirde kanunlarınızın ve onları koruyan mekanizmalarınızın olması fazla bir şey ifade etmiyor.

Çünkü unutmayalım ki Hitler Almanya’sının da, Stalin Rusya’sının da, Franco İspanya’sının da yasaları vardı.

Ama hukuk devleti olabilmek bambaşka bir şey.


23 Mayıs 2008

Tuesday, May 20, 2008

Statükonun dine bakışının içyüzü


Türkiye’deki devlet eliti ve ulusalcıların dünya algılayışına ilişkin ciddi sorunları var. Bu rahatsızlık en belirgin bir biçimde statükonun partisi CHP’nin kurumsal kimliğinde cisimleşmiş durumda.

Bu problematik bakış açısının özünde din ve muhafazakarlık konusundaki zihniyet yatmakta. Zihniyetin kaynağı ise uzun zaman öncesine dayanıyor.

Bilindiği üzere 1800’lerin sonlarından itibaren Jön Türk hareketine etki eden ve zaman içerisinde taraftar sayısı giderek artan Auguste Comte’nin “pozitivist” felsefesi, cumhuriyet kadrolarına da fazlasıyla sirayet etmişti.

Buna ek olarak 1920-30’ların Avrupa’sındaki anti-demokratik fraksiyonlarda hayat bulan devlet kaynaklı materyalizm dayatmacılığı da, Türkiye Cumhuriyeti’nin pozitivist kalıbının kemikleşmesinde ve kendince meşrulaşmasında önemli bir rol oynadı.

Böylelikle dinin bizzat kendisinin ilerlemeye engel teşkil ettiği düşüncesi benimseniyor, gelişmiş insan formunun idealist vehimlerden materyalist ilkelere doğru uzanan bir “aydınlanma” yaşayacağı öngörülüyordu. Bu evrim içerisinde devletin temel vazifesi ise, söz konusu gelişimi hızlandırıcı bir katalizör rolü üstlenmek ve eğitsel politikalarıyla bu işlevi hakkıyla yerine getirmekti.

Böylece toplum metafizik öğelerden ve soyutlamalardan tamamıyla arındırılacak, ölçülebilir ve gözlemlenebilir değerler kutsanarak bilimi sosyal hayatta yegane yol gösterici belleyen bir millet dizayn edilecekti.

Ancak pozitivizm, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından toplumlarda demokratik eğilimlerin hakim olmaya başlamasıyla hızla güçten düştü ve nihayetinde 1960’lardaki positivismus musstreit tartışmalarından sonra felsefi mantığını da yitirerek tarihin tozlu sayfalarına gömüldü.

Ama 1940’ların ikinci yarısından itibaren belli bir yumuşamaya uğrasa da, bu “olgusallık tapıcılığı”nın etkileri Türkiye’de hiçbir zaman tam anlamıyla ortadan yok olmadı.
Muhafazakar hassasiyetlerden büyük ölçüde uzaklaştırılan, idealizmi sosyal hayatın tamamıyla dışına iten ve hiçbir dinsel öğeyi referans almayan “tekamül etmiş” bireylerden oluşmuş bir Türk ulusuna sahibi olma uhdesi devlet oligarşisinde hep var olageldi.

Ne var ki tarihin de bizlere gösterdiği üzere, toplum dinamikleri her zaman bir sosyal mühendislik çalışması sonucu öngörülen kalıplara uygun bir hale gelmemekte.

Hele hele bu sosyal mühendislik çalışması baştan sakat ve öngörüsüz ise.

Nitekim devlet oligarşisinin uhdesi olan “dinden uzaklaşmış toplum” ideali hiçbir zaman gerçekleşemedi. Ancak pozitivizmle yoğrulmuş olan Türk oligarşisi buna hiçbir zaman bir anlam veremedi, doğru bildiğinin iflas ettiğini bir türlü kabullenemedi.

Bu büyük algılayış sorunu günümüzde de halen devam ediyor.

O nedenledir ki bu anlayışa sahip olanlar bugün bir bilgisayar mühendisinin namaz kılmasına anlam veremiyor, bir sporcunun örtünmek istemesine tepki gösteriyor ve bir akademisyenin oruç tutmasına tahammül edemiyor.

Çünkü aydınlanmacı cumhuriyetin temsil ettiği yüce ussal anlayış böyle bir gelişmeyi öngörmüyor ve bu aykırı örnekleri “evrim hatası” olarak nitelendiriyor.

Nasıl ki bir bilgisayara yüklenen bir program, yazılımın kısıtladığı niteliklerden farklı verileri çözümleyemeyip hata kodu veriyorsa, olgusallık tapıcılığıyla donatılmış bu tabaka da muhafazakar insanların kültürel ve entelektüel ilerleyişini anlayamıyor ve bunu kendi tanımlaya geldikleri aydınlanmaya bir tehdit olarak görüyor.

Bu hatayı düzeltmek için bulunan “parlak ve aydınlık” çözüm ise bir özeleştiri ve kendini yeniden sorgulama mekanizmasını değil, başörtülü kızları kamusal alanlara sokmamaktan parti kapatmalara, darbe kışkırtıcılığından e-muhtıralara kadar uzanan bir yelpazeyi içermekte.

Ne var ki, bu yöntemlerle o çok önem atfedilen kesin olgusal çözümlere ulaşabilmenin pek de imkanı yok. Üstelik dinsel öğelerle modernizmi kaynaştırabilen ve bilişsel düzeyleri giderek yükselen muhafazakarların sayısı hızla artarken.

Tüm bu can sıkıcı gerçekliklerle yüzleştikten sonra bir de entelektüel dış çevrelerin alay konusu olmaya başladıysanız, yaşadığınız psikolojik travma ister istemez hırçınlaşmanızı ve kendinizi kaybetmenizı kaçınılmaz kılıyor.

Tıpkı birkaç gün önce, yaşının 80’e geldiğini ve bir ayağının çukurda olduğunu, onun için hacca gitme niyetinde olduğunu anlatmaya çalışan yaşlı bir adama CHP genel sekreteri Önder Sav’ın, “Boşver gitme oralara, bakarsın Muhammed orada bırakmaz seni, buraya göndermez” diyerek alay etmesi gibi.

Demek ki akılcı davranabilmek de asgari bir kapasiteyi gerektirmekte.

Önder Sav’da bu kapasite var mı yok mu bilinmez, ama söyledikleriyle CHP kadrosunun birçoğunun bilinçaltındaki düşüncelerine tercüman olduğu kesin.

Ancak demokrasilerde at gözlüğüyle yol almaya çalışanların siyasi ömürleri pek de uzun sürmüyor. Sürekli “ussal” davrandıklarını iddia edenlerin ve pozitivist oldukları her hallerinden belli olanların bunu ıskalaması ve at gözlüğünde ısrarcı olması son derece şaşırtıcı.

Ayrıca at gözlükleriyle dolaşmanın başka potansiyel tehlikeleri de var.

Arada gözünüz ister istemez gözlüğün kenarlarındaki boşluklardan dışarıyı görebiliyor. Bu da dünyanın sizin düşündüğünüz gibi bir yer olmadığını az da olsa fark etmenize ve sinirinizin daha da bozulmasına yol açabiliyor. Kulaklarınızın hâlâ açıkta olması da cabası.

Belki de en iyi yöntem bir devekuşu gibi kafayı kuma gömmek.

Böylece bakışların kayabileceği bir boşluk kalmaz.

Üstelik duymazsınız da…


20 Mayıs 2008

Thursday, May 15, 2008

Bir Tuncay masalı


Bir varmış, bir yokmuş...

Kaf dağının ardında, uzak bir ülkede “Tuncay” isminde bir adam yaşarmış.

Fırça gibi saçları, boncuk boncuk gözleri ve tombul suratıyla sevimli mi sevimli, ama bir o kadar da hırslı birisiymiş bu Tuncay.

Çırak Tuncay, üstatlarının yanında gazetecilik mesleğini icra edermiş.

Ünlü ve zengin bir insan olacağı günlerin umuduyla çalışıp çabalarmış.

Ancak yıllardır uğraşıp didinmesine karşın bir türlü sivrilemez, hep başkalarının altında kalırmış.

Yaptığı programlar beğenilmez, yazdığı kitaplar satmazmış.

Uğur ağabeyinin gölgesinden bir türlü kurtulamaz, bunu gurur meselesi yaparmış.

“Çıraklıktan ne zaman kurtulacağım, benim ondan ne eksiğim var ki? Sadece boyum biraz kısa” diye söylenerek dert yanarmış.

Rüyalarında hayaller kurar, “ah benim de milyon dolarlarım olsaydı şöyle yeşil yeşil, neler yapmazdım ki…” diye hayıflanırmış.

Sonra Tuncay’ın ülkesinde yeni bir parti iktidara gelmiş ve değişimler art arda yaşanmaya başlamış.

Reformlar yapılmış, yeni yasalar çıkarılmış, özgürlükler genişletilmiş. Halkın ekonomik durumu da yavaş yavaş düzelmeye başlamış.

Ne var ki ülkedeki insanların bir kısmı değişimden büyük bir rahatsızlık duymuş.

Bu insanlar kendilerine “ulusalcı” ismini takmışlar.

Eski düzenin daha iyi, özgürlüklerin ise gereksiz olduğunu savunmaya başlamışlar.

“Çok düşünenin saçı dökülür, beli bükülür. Düşünen bir toplum istemiyoruz” diye tutturmuşlar.

Ulusalcıların sesi gün geçtikçe yükselmeye başlamış.

Sonra Tuncay’ın kafasında birdenbire bir ışık yanıvermiş.

“İşte arayıp da bulamadığım fırsat!” diye içinden geçirmiş.

“Şöyle sansasyonel bir kanal kursam, iktidara hakaretler etsem, orduyu darbeye çağırsam, dindarların inancını alaya alsam…”

“Hele biraz da ‘vatan millet Sakarya!’; malı götürürüz icabında”.

Tuncay hemen kolları sıvayıvermiş.

Sansasyonel kanalını kurmuş,

İktidara hakaretler etmiş,

Orduyu darbeye çağırmış,

Dindarların inancını alaya almış…

Bu arada ‘vatan, millet, Sakarya!’ demeyi de ihmal etmemiş.



Ve Tuncay’ın planları tutmuş.

Ulusalcılar onu bağırlarına basmış, “büyük kurtarıcı ve aydınlık insan” olarak görmüşler.

Sonra sıra gelmiş malı götürmeye…

“Bir site kuralım!” demiş Tuncay.

“Kaç kişi olduğumuzu herkes görsün”.

“Her akşam kanalımızda buluşalım, reytingimizi artıralım”.

“Gücümüzü cümle alem anlasın!”

“Siteye de bağış yapalım ki büyüyelim, düşmanı denize dökelim”.

“Ülkemize canımız feda, birkaç kuruşun lafı mı olur?”

“Hadi bakalım pamuk eller cebe!”

Paralar akmaya, Tuncay’ın yüzü gülmeye başlamış.

Gel zaman git zaman damlaya damlaya göl olmuş, deniz olmuş.

Artık Tuncay’ın da yeşil yeşil dolarları, kocaman bir televizyon kanalı ve birçok fanatik taraftarı olmuş.

Birkaç milyarlık bir belgesel için sosyal bürokrat bir partiden trilyonlar bile koparmayı başarmış.

Fatura kesmeyi ise nedense unutuvermiş.

Mitinglerde boy göstermekten ve avazı çıktığı kadar bağırmaktan ise bir an olsun geri kalmıyormuş.

Çünkü ulusalcıları hoş tutmanın yolunun bunlardan geçtiğini çok iyi biliyormuş.

Aradan aylar geçmiş, yıllar geçmiş…

Sonunda Tuncay yavaş yavaş sıkılmaya başlamış.

“Bu kadar zamandır uğraşıyorum, yeşil yeşil milyon dolarlarım oldu ama hâlâ sefasını tam süremedim” diye düşünmüş.

“Başımda bir sürü dava, maliye de uyanmak üzere”.

“Bir ton para topladık, kanal da kemale erdi”.

“Üstelik darbe marbe falan olacağı da yok, iyisi mi ben yavaştan sıvışayım”.

Ve bizim Tuncay, televizyon kanalını satıvermiş.

Tam 30 milyon doları cebe indirmiş.

Ulusalcılar şok geçirmiş.

Şaşkın bakışlar…

Taşkın tavırlar…

“Nasıl yaparsın yiğidimiz Tuncay’ımız! Bizleri nasıl aldatırsın”

“Üstelik de dindarlara satmışsın utanmadan!”

“30 milyon gıcır dolarcığa hayır mı deseydim. Paranın rengi mi olurmuş?” diye düşünmüş Tuncay.

“Zaten ulusalcıların bu saflıkları olmasa ben nasıl dönerdim köşeleri?”.

“Hadi bana eyvallah”

Ve Tuncay gitmiş aya,

Ulusalcılar kalmış yaya…



Masal burada sona erdi, hoşunuza gitti mi bilinmez. Ama Tuncay Özkan’ların kolay kolay tükenmeyeceği, birisi giderse bir yenisinin geleceği kesin gibi.

Üstelik halen: “hepimiz her ay kanalımıza 10 ytl verseydik kapanmazdı” diyebilecek kafadaki insanlarımız varsa.

Artık ne diyelim, “kendi düşen ağlamaz”.


15 Mayıs 2008

Tuesday, May 13, 2008

Laikçiler NBA izler mi?


Amerikan Ulusal Basketbol Ligi, ya da bilinen adıyla NBA, ABD’de en çok ilgi çeken spor dallarının başında geliyor.

Özellikle normal sezon sona erip play-off’lar başladığı zaman on milyonlarca Amerikalının televizyonlarının başına kilitlenip maçları takip ettiklerini biliyoruz. Dünyadaki izleyici kitlesiyle beraber bu sayı yüz milyonları bulmakta, toplam seyir adedi ise milyarlarla ifade edilmekte.

Ülkemizdeki basketbol meraklılarının yakından tanıdığı ve milli sporcumuz Mehmet Okur’un forma giydiği Utah Jazz da bu son derece popüler show-business’in en önemli takımlarından bir tanesi.

Utah Jazz şu anda NBA Batı Konferansı yarı finalinde Los Angeles Lakers ile zorlu bir mücadele içerisinde. Her ne kadar Lakers favori olarak gösterilse de Jazz şimdiden iki maç kazanarak seride durumu eşitlemeyi başardı.

Utah Jazz, ABD’nin en muhafazakar eyaletlerinden biri olarak bilinen Utah’ın başkenti Salt Lake City’nin takımı.

Ekibe ev sahipliği yapan Salt Lake City oldukça sıradışı bir şehir.

Kent nüfusunun hatırı sayılır bir kısmını Mormon tarikatına bağlı insanlar oluşturmakta. Bu insanlar için pazar günlerinin ayrı bir anlamı var. Bu güne kutsallık atfeden cemaat, kilisenin pazar ayinlerini hiç ihmal etmiyor. Aynı zamanda dinsel inançları gereği o gün çalışmamayı ve dinlenmeyi tercih ediyorlar.

Bundan dolayı Utah Jazz, yıllar önce NBA yönetimine başvurarak maçlarının pazar gününe denk getirilmemesi için gereğinin yapılması ricasında bulunmuş. Komisyon da halkın dini hassasiyetlerini saygıyla karşıladığını belirterek talebi uygun görmüş ve ona göre bir düzenlemeye gitmiş.

Utah Jazz o günden bu yana, pazar günleri nadiren maç yapıyor. Seksenin üzerinde müsabakanın oynandığı yoğun bir maç trafiğinde takımın pazar günleri oynadığı karşılaşmaların sayısı ikiyi veya üçü pek geçmiyor.

Bireylerin değerlerine saygı çerçevesinde ABD’de oldukça normal karşılanan bu uygulamayı dışarıdan gözlemleyen biri olarak, insanın aklına ister istemez, “eğer Türkiye’de benzer bir istek söz konusu olsaydı neler olabilirdi?” sorusu geliyor.

Ülkemizdeki laisizm pratiğinin gelişmiş demokrasilerde uygulananlardan ne denli katı ve baskıcı olduğu malum. Sportif müsabakalar de bu konuda bir istisna teşkil etmiyor. Bırakın dinsel duyarlılıklardan ötürü takımlar için ayrı bir düzenlemeye gidilmesini, sporcular tarafından dile getirilen en basit temennilerin bile “laik cumhuriyete yakışmadığı” düşüncesi hakim.

Bunun en belirgin örneğini, Galatasaray-Fenerbahçe derbisi öncesi Kutlu Doğum Haftası’na atıfta bulunan Hakan Şükür’e verilen tepkilerde yakından gözlemlemiştik.

Laikçi zümre tarafından üretilen “takunyalı” benzetmesinden, hakkında soruşturma açılması taleplerine dek uzanan bir silsile içerisinde adeta bir linç kampanyasının kurbanı haline getirilen Şükür, popüler bir faaliyet alanı içerisinde dinsel öğelere vurgu yapmış olmasının karşılığını fazlasıyla almıştı.

Dolayısıyla, geleneksel değerlerinden dolayı bireylerin bir kısmına devletin farklı uygulamalarla yaklaşması Türkiye’de oldukça zor. Çünkü bunun için, laik cumhuriyetin gerekleriyle onu oluşturan vatandaşların dinsel hassasiyetleri arasındaki ince dengenin yakalanabilmesi gerekmekte. Bu da ancak toplumu oluşturan bireylere saygılı, demokratik bir laiklik anlayışı dahilinde söz konusu olabilir.

Bu bağlamda Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde Utah Jazz’ınkine benzer bir talebin anlayışla karşılanmayacağını öngörebilmek pek de zor değil.

Tam aksine, medyatik bir linç kampanyasının ardından Tandoğan meydanında bayraklarıyla toplanan bir kalabalığın “Türkiye İran olmayacaktır, takunyalı sporcular istemiyoruz, basket sahası şeriata kapalı” sloganlarını işitmemiz çok daha olası.

Söz konusu kalabalığı temsilen ilerici ve aydınlık bir vatandaşımız da Anıtkabir özel defterine muhtemelen şu mana yüklü ifadeleri düşecektir:

“Ey Atatürk! Her ahval ve şerait içinde vazifemizin bilincinde olarak bize çizdiğin laik ve çağdaş yoldan asla ayrılmayacağımız gibi, gaflet, delalet ve hıyanet içinde bulunma cüretini gösterenler, karşılarında ilke ve devrimlerinin her daim bekçisi olarak bizi bulacaklardır”.

Çünkü unutmayalım ki burası Türkiye ve ülkemizin vatandaşları için evrensel demokrasi ve laiklik bir gömlek büyük. Ama Kim İl Sung’un veya Brejnev’in ideolojisi iyi bir seçim olabilir.

Ah bir de Enver Hoca yaşasaydı…


13 Mayıs 2008

Friday, May 9, 2008

Baykal'a sevindirici bir haber


Türkiye’nin Avrupa Birliği yolunda uyum yasalarına ivme kazandırmaya başladığı 2003’ten bu yana demokratikleşme konusunda önemli adımlar atıldı. Son zamanlarda ise reformlar ciddi bir hız kaybına uğramış olsa da ivmenin bir şekilde devam ettiğini söyleyebilmek mümkün.

Değişimin ciddiyeti ve eylemlerin lafız aşamasından hayata geçiş sürecinin başlaması, batılı yaşam tarzını benimsemiş çağdaş burjuvazi içerisinde ciddi bir çatlağa yol açtı. Çünkü bu süreç, cumhuriyetin kuruluşundan bu yana ötelenmiş olan çağdaş demokrasiye sözde bağlı olanların takkelerini düşürecek bir “demokrasi eleği” işlevine sahipti. Sonuçta liberal ve özgürlükçü bir grup süreci desteklerken, demokrasi eleğinden geçmeye pek de niyetli görünmeyen ulusalcı-seçkinci diğer bir grup sürece şiddetle karşı çıkmayı yeğledi.

En başından beri Cumhuriyet Halk Partisi’nin temel yapıtaşını oluşturan bu topluluğun deşifre olması sayesinde, partinin dış dünyadan özenle saklamaya çalıştığı elitist yüzü Avrupa için de yavaş yavaş belirginleşmeye başladı.

Sosyal demokrat bir parti olduğu iddiasıyla yıllardır Avrupa kamuoyunda kendini pazarlayan CHP’nin aslında seçkinci zümre ve oligarşik bürokrasinin bir uzantısı olduğu, bu uzantının içerisinde de azımsanmayacak otokratik ve faşizan eğilimler bulunduğu böylece ortaya çıkmış oldu.

Artık partinin temel felsefesinin çağdaş bir sosyal demokrasiyi değil, baskıcı ve toplumu zorla şekillendirici bir devletçilik mantığı içerdiği tüm dünyada apaçık görülebilmekte.

Avrupa kamuoyu açısından oldukça yeni sayılabilecek bu gerçekliğe en sert tepkilerden birini, birkaç gün önce AB – Türkiye Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lagendijk dile getirdi. Cumhuriyet Halk Partisi’ni ağır bir dille eleştiren Lagendijk, partiyi Avrupa’nın temel demokratik değerlerine karşı çıkmakla suçladı. Durumu “felaket” olarak nitelendiren Lagendijk, “bir sosyal demokrat olarak CHP’den utanç duyuyorum” diyerek partiyi topa tuttu.

Bu ağır ithamlar, daha geçenlerde dünyanın en saygın ekonomi dergilerinden birisinin “teflon lider” yakıştırmasına muhatap olan Baykal’ın canını epey sıkmış olmalı ki salı günkü parti toplantısında “bunlar laikliği bilmezler, cumhuriyeti bilmezler, gelip kendilerince konuşurlar” diyerek Lagendijk’e haddinin bildirilmesini istedi.

Tıpkı milliyetçilik ve modernite gibi, laikliği ve cumhuriyeti de batıdan ithal etmiş bir ülkenin vatandaşları olarak Deniz Baykal’ın “laikliği ve cumhuriyeti bilmeyen Avrupalılar” nitelendirmesinin altında yatan temel felsefeyi şu şekilde söyleme dökmemiz mümkün:

“Avrupalılar laikliğin ve cumhuriyet kavramının beşiği oldukları halde her ikisini de bizden daha iyi anlayamazlar. Onları en saf ve sulandırılmamış bir şekilde ancak biz uygularız, başka bir yönteme ihtiyaç yoktur.”

Bunları duyunca bazılarımızın aklına ister istemez “tereciye tere satılmaz” atasözü gelebilir ve “Baykal yine inciler döktürüyor” diye düşünebiliriz. Ancak biraz derine indiğimiz takdirde işin aslının hiç de öyle olmadığını görmemiz pek de zor değil. Zira Baykal’ın satmaya çalıştığı şey tere değil, dolayısıyla da bu olayda tereci konumunda bulunan Avrupa onları reddetmekte.

Peki Cumhuriyet Halk Partisi’nin “laiklik ve cumhuriyet” kılığında pazarlamaya çalıştığı şeyler ne?

CHP’nin ve onun kimliğinde oligarşik elitizmin temsil ettiği cumhuriyet ve laiklik yorumu, evrensel hukuku bir kenara bırakarak kendi ideolojisine göre yeniden tanımladığı kavramlar bütününü topluma empoze ettirmeye çalışan bir yapının zihniyetini ifşa etmekte.

Farklılaşmalara ve kendine yönelik eleştirilere tahammül göstermeyen, çoğulculuğu benimsemeyen ve ileri sürdüğü kalıpların aksi yönünde bir dünya görüşüne sahip olan unsurları derhal bertaraf etmeye çalışan bir cumhuriyet anlayışı bu.

Söz konusu zihniyet, fikirleri kendi dogmalarıyla örtüşmeyen partileri kapatmakla rejimin ebediyetini garanti altına alacağına inanıyor. Bu bağlamda “yüzde doksan beş bile alsalar kapatırız!” mantığı, halk iradesinin önemsenmediğinin tipik bir dışavurumu. Yapının dokunulmazlığı demokrasinin üzerinde ve halkın bizzat kendisi, sembollerle kutsanmış bir “adam etme” eğitiminin muhatabı konumunda.

Din bile bu amaçlar etrafında şekillendiriliyor, devletin belirlediği ve bireylere dayattığı dinsel yorumun dışına asla çıkılamıyor. Böylece rejimin bekası için dinin de araçsallaştırılması sağlanıyor, yapının meşruiyeti bu dinsel yorum veya “devlet dini” tarafından destekleniyor.

Böyle bir sistem bütünü altında da her ideal bireyin rejimin bekçisi olması, rejimin belirlediği sınırları sorgulayan çürük elmalara ise tahammül gösterilmemesi öngörülüyor.

Ve de tüm bunlar 1930’ların Nazi Almanya’sını, Mussolini İtalya’sını ima ediyor.

Bırakın Avrupa Birliği’ni, dünyadaki hiçbir demokratik sistemin böyle bir yapının meşruiyetini kabullenmesi ve buna anlayışla yaklaşması olası değil. Çünkü yüzyıllar ötesinden evrilerek bugünlere gelen hukuk ve demokrasi anlayışında yaldızlı imgelerle süslenip püslenmiş, ama içi boş zihniyet kalıplarına yer yok.

Ancak durumun anlaşılmadığından şikayet edip duran Sayın Baykal için güzel bir haberimiz de yok değil.

Biraz doğuda da olsa, Kuzey Kore rejimi Baykal’ı ve CHP felsefesini gayet iyi özümseyip hayata geçirmiş durumda. Üstelik uzun zamandır da hakkını vererek uygulamakta. Orada kültleştirilmiş ve halka dayatılan bir devlet ideolojisi de var, CHP’nin istediği tarzda ezici bir laiklik anlayışı da. Ayrıca parti kapatma zahmetine katlanmalarına lüzum yok, çünkü tek parti ülkeye fazlasıyla yetiyor.

Ha, bu arada unutmadan söyleyelim. Orası da bir “cumhuriyet”.


9 Mayıs 2008