Friday, May 23, 2008

Türkiye bir hukuk devleti değil


Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının değişmez maddelerinden birinde kendine yer edinmiş olan hukuk devleti ilkesi, yargısal elitin sıklıkla kullandığı bir kavram. Bu bağlamda Yargıtay ve Danıştay gibi yüksek yargı organlarının üyeleri, kurumlarına karşı eleştiriler söz konusu olduğu zaman genellikle bu ilkeye atıfta bulunarak yanıt vermeyi (ya da vermemeyi) tercih etmekteler.

Emekli yargı mensuplarının birçoğunu da bu genellemeye dahil edebiliriz.

Bunların başında rejimi her türlü aykırılığa karşı korumayı kendilerine görev belleyen, parti kapatmalar konusunda uzmanlaşmış Vural Savaş ve Sabih Kanadoğlu gibi isimler gelmekte.

Göğüslerini halk iradesine siper etmekle muvazzaf bu şahısların hukukun üstünlüğüne ısrarla vurgu yapıyor olmaları, doğal olarak “hukuk devleti”nin ne olduğu konusunda insanların aklında birtakım şüpheler uyandırabiliyor. Çünkü rejimin âlî menfaatleri söz konusu olduğunda, yargıçların tüm hak ve hukuku bir kenara bırakıp devletten yana taraf olmaları gerektiğini ifade edecek kadar jakoben bir tavır sergileyen bu kişilerin hukukun üstünlüğünden dem vurmaları itiraf etmek gerekir ki biraz kafa karıştırıcı.

Fakat ortada pek de çelişkili bir durum söz konusu değil. Zira anti demokratik anlayışların tahakkümü altında hazırlanmış yasalar çoğu zaman hukukla ilintili olamayabiliyor.
Bilindiği üzere hukuk devleti, hak merkezli ve bireyi öne çıkarıcı, insan haklarına ve toplum iradesine saygıyı esas alan bir yönetim biçimini ifade etmekte. Bu ilkeler devlet tarafından temel kabul ediliyor, böylece birey ve toplum hakları kanunların yapıtaşını oluşturuyor. Haklar genişleyip yeni boyutlar kazandıkça yasalar da ona uygun bir biçimde revize ediliyor
Oysa bundan yeterli nasibi almamış bir kanun devleti, hukuksal dayanağı olmayan kuralların yazılı olduğu bir kanunlar topluluğuna dayanabiliyor. Burada devletin ve onun temsil ettiği ideolojinin korunması, birey ve toplum haklarından daha büyük bir öneme sahip oluyor. Bu zihniyet de bürokratik bir elitin, askeri cuntaların veya diktatörlerin güç sahibi olduğu devletleri ima ediyor.
Türkiye’de de kanunların hukuksallığı bağlamında ciddi sıkıntılar söz konusu.

Örneğin hiçbir hukuk devletinde Türkiye’dekine benzer bir siyasi partiler kanunu bulunmamakta. Bu nedenle bir hukuk devletinde hiçbir kovuşturmaya tabi tutulmayacak söylem ve uygulamalar, Türkiye’deki parti kapatmalar için delil teşkil edebiliyor.

Veya pek bir eşi ve benzeri olmayan çift başlı yargı sistemi neticesinde, sivil mahkemenin konusu olacak işlemler askeri mahkemelerin görev alanına girebiliyor ve ortaya çok farklı kararlar çıkabiliyor.

Örnekleri çoğaltmak mümkün.

Hal böyleyken, bu mekanizmanın ürettiği sonuçlara getirilen eleştirilere karşı “hukuk devleti” kavramını kullanarak savunma yapmaya çabalamak, kendi içerisinde bir anlamsızlaşmayı kaçınılmaz kılıyor. Çünkü savunulan statükonun ürettiği neticeler “yasal” niteliğe sahip olmakla beraber apaçık bir biçimde hukuk dışı.

Bu sorunlu mekanizmayı en iyi şekilde tespit etmesi ve siyasi erki çözüm için cesaretlendirmesi gereken kesim ise elbette hukukçular. Ne var ki hukukçuların bu işlevi yerine getirebilmesi için her türlü ideolojiden ve tarafgirlikten uzak olmaları şüphe götürmez bir zorunluluk. Ancak bu şekilde genel kabul görmüş hukuk normlarını yakalamak ve özgür toplumların öngördüğü bir adalet sistemini hayata geçirmek mümkün olabilir.

Türkiye’de olduğu gibi yapıya ideolojik gözlüklerle yaklaşılması durumunda ise, sistemin bekasını sağlamak üzere kanunların hukukla bağının koparılması kaçınılmaz oluyor. Bunu açıkça itiraf etmek de mümkün olmadığı için, Kanadoğlu gibileri tarafından söz konusu yapının kamuoyuna “hukuk devleti” olarak yutturulmaya çalışılması gerekiyor.

Ancak tüm bu çabalar bile sürecin hukuksuzluğunu ortadan kaldırmaya yetmiyor. Çünkü evrensel ilkeler, yapılanların bir hukuk pratiği değil “anti demokratik yasalar tahakkümü” olduğunu gayet açık bir biçimde ortaya döküyor.

Yine de büyük bir karamsarlığa kapılmaya gerek yok. Çünkü Türkiye’nin iç dinamikleri, kırılamaz addedilen bu yapıyı son derece zorluyor. AB süreci de göz önünde bulundurulduğu takdirde, dış desteğin hayli güçlü olduğu söylenebilir. İkisi arasında sıkışan yargısal elitin statükoyu uzun vadede muhafaza edebilmesi pek olası görünmüyor.

Yapının tam anlamıyla kırılması ne zaman gerçekleşir bilinmez. Ama şu bir gerçek ki, bir hukuk devleti olmadığınız takdirde kanunlarınızın ve onları koruyan mekanizmalarınızın olması fazla bir şey ifade etmiyor.

Çünkü unutmayalım ki Hitler Almanya’sının da, Stalin Rusya’sının da, Franco İspanya’sının da yasaları vardı.

Ama hukuk devleti olabilmek bambaşka bir şey.


23 Mayıs 2008

No comments: