Friday, April 25, 2008

Din karşıtlığı açığa vuruluyor


Bu hafta içerisinde yaşadığımız iki olay, din karşıtı radikal oligarşi ve onun taraftarlarının muhafazakar öğelere karşı duyduğu alerjinin tipik göstergeleri olarak karşımıza çıktı.

Olayların ilkinin kahramanı, CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen. Tüm eleştirilere karşı genel başkanını cansiperane korumasıyla meşhur bu siyaset adamımız aynı zamanda bir muhtırasever olarak tanınmakta.

Kendisi her platformda kahramanca Deniz Baykal’ı savunadursun, birkaç gün önce ABD’li gazeteci Dion Nissenbaum’a verdiği mülakat hayli olay yarattı. Öymen bu mülakatta genç kızların başörtülerini Nazilerin siyah gömleklerine benzetti ve bu kızları tasvir ederken Hitler dönemi gençliğini ve Mussolini İtalya’sını örnek verdi. Söyledikleri basına yansıyınca da yaptığının ne derece büyük bir skandal olduğunun farkına vararak olayı gündeme taşıyan medya kuruluşlarını yalan söylemekle itham etti ve onları provokatif davranmakla suçladı.

Ne var ki atalarımızın, “yalancının mumu yatsıya kadar yanar” sözü bir kez daha yerini buldu ve Dion Nissenbaum görüşmenin ses kaydını kendi internet sitesinde dün itibariyle yayımladı. Böylelikle kaydı dinleyen ve biraz yabancı dili olan herkes Onur Öymen’in milletin gözüne baka baka yalan söylediğini açıkça gözlemlemiş oldu.

Anlaşılan kayda alınmış bir görüşme hakkında yalanlar uydurmanın ileride kendisini çok daha zor durumda bırakacağını irdeleyebilmekten uzak bir insan var karşımızda.

Elbette bu denli tecrübeli bir bürokrat ve siyaset adamından beklenebilecek bir tavır değil. Ancak belli şartlarda insanın bilinçaltındaki saklı düşünceleri bilinç üstüne çıkıp kişiyi zor durumlarda bırakabilmekte. Herhalde mülakatın havasına kendini kaptırıveren Öymen boş bulunup herkesçe bilinen ama gizli kalması gereken düşüncelerini istemeden açığa vurmuş oldu.

Aslında yakınıp dizlerini dövmesine fazla gerek yok, çünkü aklı başında her birey CHP’nin başörtüsü ve din konusunda ne düşündüğünü gayet iyi bilmekte. Bu bağlamda yapılan malumun ilamından öteye geçmiyor.

Öymen şimdi ne yapar ne eder bilinmez. Ancak özür dileme mekanizmasının işlemeyeceği aşikar. Muhtemelen bunun bir komplo olduğunu, kaydın sahte olduğunu, başkasının kendi sesini taklit ettiğini iddia edebilir. Hatta ABD’li gazeteci Nissenbaum’u Fethullah Gülen’in müridi olmakla suçlayabilme olanağına bile sahip. Ne de olsa ülkemizde buna inanacak çok sayıda gözü açık vatandaşımız var.

Haftanın diğer bir olayı da, GS’li futbolcu Hakan Şükür’ün Fenerbahçe maçıyla ilgili olarak yaptığı, “Kutlu Doğum Haftası’na yakışan bir maç olsun, barış ve sevgi ortamı içerisinde geçsin” şeklindeki beyanatının sonucunda ortalığın birdenbire karışması.

Türkiye Cumhuriyeti toprakları içerisinde dinsel hiçbir söyleme tahammül edemeyen kaba pozitivist yaklaşım, ayırımcılıktan oldukça uzak bu barışçıl sözler karşısında da en sert tepkiyi vermekten geri kalmadı.

Örneğin Fatih Altaylı, Hakan Şükür hakkında soruşturma açılmasını talep ederken, eski başkan adaylarından Adnan Öztürk, “laik cumhuriyette böyle sözler GS camiası içerisinde kabul edilemez” diyerek öfkesini dile getirdi.

Merkez medya da bu yarışa ön saflarda katıldı. Düşünce dünyamızın büyük ismi Oray Eğin savcıları göreve çağırırken, bilindik gazetelerde belli okuyucuların yorumları derlenerek ön plana çıkarıldı:

“Elin arabının doğum gününü Türkler ne yapsın…”
“Pislik arabın doğum günü haftasını onlar kutlasın, burası laik Türkiye Cumhuriyeti…”
“Hakan Şükür gibiler bu ülkeden temizlenmeli…”

Bu yorumlar elbette son derece manidar. Ama daha da manidar olanı, bunların özenle seçilip yayımlanmış olması. Çünkü her ülkede radikal unsurların var olması doğaldır, ancak bunların öne çıkarılması bir kastı ima eder.

Unutmayalım ki yerleşik oligarşik düzene ve onun benimsetmeye çalıştığı dogmalara en ufak bir eleştiriyi 301. madde kapsamında suç kabul eden bir rejimden ve bu eleştirileri yapanları hedef gösteren bir basın anlayışından söz ediyoruz.

Tüm bunlardan sonra akıllara ister istemez cumhuriyetin ilk dönemi din karşıtı pozitivist akımın simge isimlerinden Kemalettin Kamu’nun şu dizeleri geliyor:

“Ne mucize ne efsun

Ne örümcek ne yosun
Çankaya yeter bize
Kabe Arab'ın olsun...”

Bu mısralarda cisimlenen olgusallık tapıcılığı tarihin tozlu sayfalarına karışalı uzun yıllar oldu. Ancak anlaşılan o ki bürokrasideki hakim anlayışın patolojik sanrılarıyla şekillenen sorgulanamaz ilkelere ibadet kültü ve “üzerine güneş gibi doğmak” için kenarda köşede karanlık arama faaliyetleri bir süre daha devam edecek.

Ancak hem değişimin karşı konulmazlığı hem de halkımızın buna verdiği destek şüphe götürmez bir gerçeklik durumunda. Bu da yapının kırılmasını kaçınılmaz kılıyor. Çünkü iç ve dış şartların sizi demokratik bir yapıya zorladığı günümüzde, özgürlükleri tehdit kabul eden devletçi bir korku zihniyetinin varlığını uzun süre devam ettirebilmesi mümkün değil.

Bu bağlamda korku siyasetinin süregelen yıpranması onulmaz bir şekilde hızlanacak, yıpranması hızlandıkça da korkuları kullanarak halkı güdebilme imkanı yok olacaktır.

Süreç halihazırda devam etmektedir ve geleceğin Türkiye’sinde artık ne Hakan Şükür’ü linç etmek isteyenlere ne de siyaset sahnesinde Öymen gibi politikacılara rastlanabilecektir.

Asıl mesele bu geleceğin ne kadar yakın olacağı.

Yetmiş yıl önce bizimle benzer gelişmişlik düzeyinde olan ülkelerin şimdi birkaç katımız zengin olduğu düşünülürse, sürecin hızlı olmasının ne kadar fayda sağlayacağını anlamak pek de zor olmasa gerek.


25 Nisan 2008

Tuesday, April 22, 2008

CHP'dir, trilyon bile kaçırsa yeridir


Siyasetin gündemi günlük kısır çekişmelerle şekillenmeyi sürdürürken, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın elindeki önemli bir dosyayı Anayasa Mahkemesi Başkanlığına intikal ettirmesi ile gözler bir anda Cumhuriyet Halk Partisi’ne çevrildi. Çok ses getirmeye aday bu dosya, Kanaltürk’e CHP tarafından 3 milyon Amerikan Doları meblağında bir kaynak aktarıldığını ve bunun fatura kesilmeden, yani belgelenmeden yapıldığını ortaya koyan dokümanları içermekte.

Anlaşıldığı kadarıyla Cumhuriyet Halk Partisi yönetimi 2004 ve 2005 yıllarında Kanaltürk televizyonuna ve Tuncay Özkan’a 4 milyon dolar transfer etmiş, ancak ortada sadece 1 milyon dolarlık bir fatura söz konusu. 3 milyon doların nereye gittiği ve niçin faturalandırılmadığı ise tam bir muamma.

CHP yetkilileri, şu an için bilindik “çamur atma, provokasyon” kelimeleriyle bezenmiş bir söylem içerisinde paranın belgesel çekimleri için avans olarak verildiğini iddia ediyorlar. Ancak ne kadar tuhaftır ki bu ödemelerin üzerinden 3-4 yıl geçmiş olmasına karşın ortada bir belgesel veya benzeri bir yapım yok. Bu da çok ciddi bir durumu, yani maliyeye karşı açık bir hileyi işaret etmekte ve Siyasi Partiler Kanunu’na göre bu çeşit mali suçlar parti kapatma da dahil olmak üzere ciddi yaptırımları beraberinde getirmekte.

Eğer dosyada yer alan bilgilerin doğruluğu kanıtlanırsa, yeni bir “kayıp trilyon” vakasıyla karşı karşıyayız demektir.

Hatırlanacağı üzere 1997 yılında Refah Partisi’nin Hazine yardımını sahte belgelerle harcanmış gibi göstermesi nedeniyle Erbakan ve arkadaşları çeşitli cezalara çarptırılmışlardı. Muhtemelen RP Anayasa Mahkemesi tarafından laikliğe aykırı fillerin odağı haline geldiği gerekçesiyle 1998 yılında kapatılmış olmasaydı, aynı yıl kayıp trilyon davası yüzünden kapısında kilidi görecekti. Nitekim Erbakan’ın siyasi yasağı bu olay yüzünden halihazırda devam etmekte ve kendisi 83 yaşında olduğu ve yürümekte dahi zorlandığı halde evinde göz hapsinde tutulmakta.

Tüm bunlara bakıldığında, yüce mahkemeye gönderilen dosya yüzünden CHP’nin ciddi bir endişeye kapılması için yeterli neden fazlasıyla bulunmakta.

Ancak her nedense partide büyük bir korku olduğu yönünde bir işaret almamaktayız. Bunun da belli bir temeli ve mantığı var. Çünkü Anayasa Mahkemesi’nin yaptırımlar konuda ciddi bir ikilem içerisine gireceğini öngörebilmek pek de zor değil.

Hafızalarımızı biraz tazelediğimizde, yüksek mahkemenin yakın geçmişte hukuksal teamüllere aksi yönde bir duruşu ifade eden 367 kararının altına imza atmış olduğunu görmekteyiz. Ayrıca mahkemenin, hukuksal sorumluluğu sadece vatana ihanetle sınırlı olan cumhurbaşkanını oy çokluğu ile Ak Parti’nin kapatılma davası içeriğine dahil ettiğini gözlemledik. Her ikisi de yüksek mahkemenin belli bir siyasi görüşü yansıtan kimliğini, hukuksal bakış açısının önüne aldığını ortaya koymakta.

Bundan hareketle, yine siyasi güdülerle hareket edebilecek olan mahkemenin yüz kızartıcı bir suç teşkil eden bu fiilin niteliğini hukuksal normlarla ele alamayabileceği sonucunu çıkarabiliriz. Yani CHP’nin kapatılmayacağı, Deniz Baykal’a siyaset yasağı getirilmeyeceği ve daha hafif yaptırımlarla işin geçiştirileceği yargısına ulaşabiliriz.

Bu siyasi duruşun temel mantığı, Cumhuriyet Halk Partisi’nin çok önemli bir yapı konumunda bulunması ve partinin kapatılmasının ulusalcı hareketin siyasi yelpazedeki örgütlenmesinde ciddi bir boşluk yaratacak olması gerçeğinde yatmakta.

CHP’nin kapatılmayıp Deniz Baykal’a siyasi yasak getirilmesi de işin kotarılmasına ve üstünün örtülmesine yetmeyebilir. Çünkü Baykal her ne kadar başarısız bir siyasetçi olsa da, örgütlenme ve rakiplerini tasfiye etme konusunda büyük bir maharet sahibi. Yokluğunun yaratacağı bir otorite açığı CHP’yi bir bunalımın, hatta bir bölünmenin eşiğine getirebilir. Bu bağlamda Baykal’ın uzaklaşmasından cesaret alacak parti içi muhalefetin, erki elinde tutan ulusalcı-ittihatçı kesim ile kapışması ve ciddi bir ayrışma yaşanması kaçınılmaz olacaktır.

Bölünmüş bir CHP ise, ulusalcı fraksiyon için ölümcül bir tehdit konumunda. Çünkü ulusalcılar geniş bir halk desteğinden mahrumlar ve siyasetlerini oligarşik bürokrasiye sırtlarını dayamak suretiyle manipülasyon yapabilme üzerine kurmaktalar. Bu strateji kapsamında en ciddi ve meşru siyasal dayanakları olarak gördükleri Cumhuriyet Halk Partisi’nin iç çatışmalarla güçten düşmesi asla kabul edilemeyecek bir olguyu ifade etmekte. Demokrasiye daha fazla vurgu yapılıp militarizmden uzaklaşılması gerektiğini savunan muhalif hareketin partiyi ele geçirmesi ise onlar için bir kabustan farksız.

Türkiye’deki demokratik güçlerle mücadeleyi her platformda ilke edinmiş olan ulusalcıların, kendilerini zafiyete uğratacak bir yüksek mahkeme kararına müsamaha göstermeyecekleri ve bunu engellemek için türlü yollara başvuracakları çok açık. Bu bağlamda tüm deliller CHP ve Kanaltürk’ün aleyhinde olsa bile partinin kapatılmasını ve Baykal’ın siyasi yasaklı hale gelmesini beklemek fazla bir iyimserlikten öteye geçmeyecektir.

Çünkü Türkiye’de egemen ittihatçı anlayışın ve oligarşik bürokrasinin iktidarı sona ermediği müddetçe hukukun tam anlamıyla işleyebilmesi mümkün değildir. Buna bağlı olarak Cumhuriyet Halk Partisi’nin varlığını sürdürebileceği tek mecra da, bu yanar döner ortamdan başka bir yer değildir.

22 Nisan 2008

Friday, April 18, 2008

Atatürk'e en büyük zararı kimler veriyor


Geçtiğimiz hafta içerisinde, Avrupa Birliği'nin yürütme organı olan AB Komisyonu'nun Portekizli Başkanı Jose Manuel Barroso'nun Türkiye ziyareti gündeme damgasını vurdu. Bu konu hakkında uzun uzadıya yazılıp çizildi, çeşitli analizler ve görüşler kaleme alındı.

Yorumlar genellikle Barroso'nun cumhurbaşkanı, başbakan ve parti liderleriyle yaptığı görüşmeler ile Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde milletvekillerine hitaben yaptığı konuşmanın içeriği üzerinde yoğunlaştı.

Ancak bu önemli ziyaret sırasında çok ilginç ve gözden kaçmaması gereken başka bir olay daha yaşandı.

Barroso, üst düzey temaslarından sonra Bilgi Üniversitesi'nde düzenlenen "Türkiye'nin AB süreci" konulu bir konferansa katıldı ve kendi ülkesinde AB katılım süreci sırasında yaşanmış demokratik değişime dikkat çekmek için, "yaşanan siyasi dönüşüm mucize gibiydi" diye bir cümle kullandı. Sonra bir an için duraksadı ve "umarım sarf ettiğim 'mucize' kelimesini Türkiye'de laikliğe aykırı bulmazlar" dedi ve ardından salonda gülüşmeler yaşandı.

Bu "ti"ye alınma hadisesi, Türkiye'de süregelen rejim açısından hem üzücü, hem de düşündürücüdür. Çünkü dile getirilen sözler, Türkiye'deki hakim devletçi anlayışın dine yönelik tavrı karşısında kişisel olarak sadece Barroso'nun değil, kurumsal kimliğiyle Avrupa Birliği'nin ve dolayısıyla batı dünyasının bilinçaltındaki bakış açısını yansıtmaktadır.

Ne var ki tarafsız bir göz, bu yargıların pek de temelsiz sayılamayacağını teslim etmekte.

Çünkü dünyada emsali görülmemiş şekilde bir "kamusal alan" tanımlamaya kadar işi götürerek çağdaş hukuksal anlayışı yerle bir eden, bu kamusal alana başörtüsüyle girilmesinin cumhuriyeti yıkılabileceğinden endişelenen ve peruk takılması halinde bu tehdidin ortadan kalkacağına inanan despotik, bir o kadar da mizahileşmiş bir yapı söz konusu.

Ve bu hastalıklı yapı sadece dinsel öğelere karşı aşırı baskıcı bir tavır almakla kalmıyor, aynı zamanda demokratik açılımların da karşısında duruyor. Özgürlüklerin sınırlarının genişletilmesine muhalefet ediyor, çetelerin deşifre edilmesine karşı çıkıyor...

Yapının kendi benliğini meşrulaştırmak ve hukuksallaştırmak amacıyla dile getirdiği sloganlar ise iç ve dış düşünsel dünyada taraftar bulmuyor, ciddiye alınmıyor. Çünkü çağdaş demokrasinin despotik yasalar bütünüyle değil, ancak evrensel hukuk ilkeleriyle güven altına alınabileceği çok iyi biliniyor.

Bu bağlamda nitelikli savunucular bulmakta zorlanan yapının entelektüel kapasitesi geri dönülemez bir şekilde süratle zayıflıyor ve bilişsel gücü hızla düşüyor. Tezleri geçmişin bilindik tekrarlarından öteye geçemiyor; yaşadığımız dönemle ilgili elle tutulur örnekler veremiyor ve 1920-30'ların dünyasına göndermeler yapmak zorunda kalıyor.

Bu da kısır söylemler içerisinde bir kaybolma halini ve geçmişin halen yaşanmakta olduğu sanısına sahip paranoyak bir dokuyu ima ediyor.

Türkiye'de günden güne taraftar kaybeden ve dünyada alay konusu olan bu hastalıklı anlayış sadece kendisini değil, sahip çıktığı değerleri de hızlı bir biçimde yıpratıyor. Çünkü bir fikrin veya fikirler bütününün reklamı, onu temsil ettiğini iddia eden kitlelerin davranışlarıyla şekillenir. Söz konusu fikirler bütünü özünde farklı olsa bile, o fikri sahiplenen insanların irrasyonel tavırları onun büyük bir zarar görmesini kaçınılmaz kılar.

Türkiye'deki bu problematik yapının failleri konumundaki oligarşik bürokrasi ve destekçilerinin savunduklarını iddia ettikleri fikirler bütünü ise Atatürkçülük. Maalesef bu kitle Atatürkçülüğü kendilerine bir üst kimlik olarak benimsemiş ve onu tekeline almış konumda. O kadar ki, Atatürk'ün fikirlerini yanlış yansıttıklarını belirtip kendilerine karşı çıkanları içlerinde barındırmayacak kadar militanlaşmış bir durumdalar ve farklı düşünceler ileri sürenleri ya işbirlikçi ya da dönek olarak adlandırıyorlar.

Bu kadar irrasyonalite ve kavrayışsızlık art arda gelince, o yapının kimseye bırakmadığı Atatürkçülüğün ve Atatürk'ün fikirler bütünün saygınlığının azalması da kaçınılmaz oluyor.

Bundan en büyük zararı, onulmaz bir şekilde yıpratılan Atatürk'ün manevi şahsiyeti görüyor. Mustafa Kemal Atatürk'ün fikirlerinin çağdışı ve gerçekliklere aykırı olduğuna inanan bir dünya kamuoyu, bu rahatsız dokunun histerileri sonucunda gittikçe güç kazanıyor.

Sağduyulu insanlarımız ise bunun gerçeği yansıtmadığı konusunda ne kadar çabalarsa çabalasınlar, Atatürk'ün fikirleri bu tepeden inmeci antidemokratik yapıyla özdeşleştirildiği sürece ellerinden bir şey gelmiyor.

Sonuç olarak da bir zamanlar İslam dünyasına en büyük zararı "Müslümanlığı kimseye bırakmayanlar"ın verdiği gibi, günümüzde Atatürk'e en büyük zararı "Atatürkçülüğü kimseye bırakmayan" bu hastalıklı zihniyet veriyor.


18 Nisan 2008

Tuesday, April 15, 2008

CHP hakkında kapatma davası açılıyor!


Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın ikinci maddesi cumhuriyetin temel unsurlarından bahsederken laikliğin ve sosyal hukuk devleti özelliğinin yanı sıra, en az onlar kadar önemli başka bir niteliğe daha atıfta bulunmakta: “Demokratik Devlet”.

Demokrasiye bağlılık ve çoğulculuğa saygı, günümüz dünyasında çağdaş bir devlet olabilmenin olmazsa olmaz şartlarından birisi konumunda. Evrensel hukuk ilkelerini benimsemiş ülkelerin bu konuda ne denli hassas olduğunu belirtmeye pek de lüzum yok. Çünkü oralarda bireye saygı ve vatandaşa hizmet devletin en önemli varlık nedenlerinin başında geliyor.

Neyse ki ülkemizde de durum bundan farklı değil ve güven içinde geleceğe doğru yol almaktayız(!)

Bu güven duygusundan yola çıkarak biz de biraz hayal gücümüzü çalıştıralım ve kurgusal bir haber yapalım:



“Anayasal ilkeler doğrultusunda demokrasiyi her türlü tehdide karşı korumayı kendine görev addetmiş olan yüksek yargımız, demokrasimizi hedef alan tehlikeli bir saldırıya karşı harekete geçmeye karar vermiş bulunuyor. Geçtiğimiz günlerde ajanslara düşen bir haber, uzun zamandır beklenen sürecin nihayet başladığını gösteriyor.

Anayasanın kendine tanıdığı yetki ve sorumluluklardan hareketle Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Cumhuriyet Halk Partisi hakkında “demokrasi karşıtı unsurların odağı haline geldiği” suçlamasıyla bir iddianame hazırladı ve bu iddianameyi Anayasa Mahkemesi’ne sundu.

Başsavcılıktan isminin açıklanmasını istemeyen üst düzey bir yetkili durumu şu sözlerle ifade etti:

“Cumhuriyet Halk Partisi’ni uzun zamandır takip altında tutmaktaydık ve artık harekete geçmemiz gerektiğine ikna olduk. Türkiye gibi demokratik teamüllere sıkı sıkıya bağlı, ulu önder Atatürk’ün hedef gösterdiği üzere çağdaş uygarlık yolunda azimle yürümekte olan bir ülkede demokrasiden taviz vermek söz konusu bile olamaz. Maalesef artık CHP’nin demokrasi karşıtı propagandalarına ve kışkırtmalarına tahammül edebilmek mümkün olmaktan çıkmıştı”

Yetkili sözlerini şu ifadelerle sürdürdü:

“Öyle bir parti düşünün ki, bu partinin genel başkanı konumundaki zat Türkiye Cumhuriyeti başbakanını ‘koltuktan kefenle gidersin’ diyerek tehdit edebiliyor ve rahmetli Menderes’i örnek gösteriyor. Hafızalarımızdan silmek istediğimiz o utanç dolu olaydan söz ediyor. Bu açık bir darbe kışkırtıcılığı değil de nedir? ”.

Ve şöyle devam etti:

“Bildiğiniz gibi Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararı öncesi yüce mahkemeyi alenen tehdit eden Deniz Baykal’dan başkası değildi. Demokratik bir hukuk devletinde asla kabul edilemeyecek bir e-muhtıraya arka çıkan ve ülkede darbe yapılması için slogan atan kalabalıkların ön saflarında üyeleri yer alan parti de CHP’den farklı bir parti değildi. Atatürk’ün kurmuş olduğu Cumhuriyet Halk Partisi’nin demokrasiden bu kadar az nasiplenmiş olması hem çok üzücü hem de çok düşündürücü”

Yetkili son olarak şunları ekledi:

“Yargımız ve bürokrasimiz, halkımızın haklarını gasp etmeye çalışan, onların iradelerini berhava etmeye çabalayan antidemokratik unsurlara hiçbir zaman müsamaha göstermeyecektir. Bu dün de böyleydi, yarın da böyle olacak. Türkiye Cumhuriyeti’nin saygıdeğer vatandaşları ülkemizin demokrasiye olan bağlılığından asla şüpheye düşmemelidir”

Görüşlerine başvurduğumuz dünyaca tanınmış bir hukuk profesörümüz de yetkilinin görüşlerine katılıyor:

“Siyasi oportünizmi kendine bir araç haline getiren Sayın Baykal, olayın buralara dek uzanabileceğinin farkında olmalıydı. Sonuçta burası Türkiye Cumhuriyeti, alelade bir Afrika ülkesi değil. Bu ülkede köklü bir demokrasi geleneği var ve evrensel hukuk normları böyle bir fütursuzluk karşısında kayıtsız kalamazdı”.

Anayasa Mahkemesinin, bu güçlü deliller karşısında davayı oybirliğiyle kabul etmesine kesin gözüyle bakılıyor. Siyaset yasağının haricinde, darbe hazırlığı yapanlarla organik bağlarının kanıtlanması halinde diğer ağır yaptırımlar da gündeme gelebilecek. Bildiğiniz gibi ülkedeki en büyük suçlardan bir tanesi, demokratik düzeni değiştirme amacıyla faaliyetlerde bulunmak.”





Yukarıda okuduğunuz bu kısa haber her ne kadar mizah unsuru taşıyor gibi görünse de, aslında olması gerekenleri ifade etmekte. Çünkü eğer evrensel hukukun yerleşik olduğu bir dünya ülkesinde yaşıyor olsaydık, bu yazılanlar değil bizim kendi yaşadıklarımız bir kara mizah unsuru olurdu.

Türkiye yakın gelecekte o noktalara kadar gelebilir mi? Bu elbette kolay değil. Ancak oligarşik mantığın eninde sonunda yıkılacağını ve Türkiye’nin önünün açılacağını görebilmek de hiç zor değil.

Çünkü koskoca bir toplumun arzuladığı bu büyük demokratik değişimin önünde uzun vadede hiçbir gücün durabilme şansı yok.

15 Nisan 2008

Friday, April 11, 2008

Atatürk hayranı Raul Lopez’in hikayesi


Raul Lopez, İspanya’nın Sevilla kentinde yaşayan 15 yaşındaki bir gençtir. Sıkı bir Real Betis taraftarıdır ve Fenerbahçe’nin ezeli rakipleri Sevilla Futbol Kulübü’nü elemiş olmasından büyük bir mutluluk duymaktadır. Bu maç, Raul’un Fenerbahçe ve dolayısıyla Türkiye’ye içten içe bir sempati beslemesine yol açmıştır. Raul artık ülkemiz hakkında biraz bilgi edinmek istemektedir.

Türkiye’nin tarihinden işe başlamayı kafasına koyar ve Kurtuluş Savaşı’nı, devrimleri, Atatürk’ü incelemeye başlar. İnceledikçe merakı giderek artar ve Atatürk’ü derinlemesine irdelemeye karar verir.

Hikaye bu ya, Raul Atatürk’le ilgili şöyle bir anıya rast gelir:

“…
Yıl 1935.

CHP’nin dördüncü büyük kurultayı öncesi, İtalya ve Almanya’yı ziyaret eden Recep Peker tarafından hazırlanan ve içinde Altı Ok’un da yer aldığı ayrıntılı bir nizamname İsmet İnönü tarafından imzalanarak Atatürk’e sunulmak üzere Hasan Rıza Soyak’a iletilir.

Soyak belgeleri Atatürk’e götürdüğünde Gazi’nin bu belgeleri büyük bir tepkiyle karşıladığını ifade eder. Atatürk’ün sözleri aynen şunlardır:

“Bu ne sakat bir düşüncedir. Bu nasıl zihniyettir. Görülüyor ki, varmak istediğimiz hedef, henüz en yakın arkadaşlar tarafından bile zerre kadar anlaşılmış değil. Çocuk, biz öyle bir idare, öyle bir rejim istiyoruz ki, bu memlekette, bir gün, padişahlığa taraftar olanlar dahi bir fırka kurabilsinler”



Raul’un heyecanı bir kat daha artar. Çünkü Atatürk’ün söyledikleri son derece anlamlı ve zamanının ötesinde bir demokratik kapsayıcılık içermektedir. Üstelik başarısız demokrasi girişimlerinden sonra dahi bu fikirlerin dile getirilmiş olması, Atatürk’ün çoğulculuk konusundaki sarsılmaz kararlılığını ortaya koyması açısından dikkate değer bir durumdur.

Henüz yakın tarihinde faşizmin egemen olduğu karanlık bir dönem yaşamış olan İspanya’nin bir vatandaşı olarak Raul bundan çok etkilenmiştir. “O dönemde böyle bir anlayış, takdir etmemek elde değil” diye düşünür. Artık o da bir Atatürk hayranıdır

Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği için öngördüğü bu ülküyü veri alan Raul, 2008 Türkiye’sinin son derece demokratik bir ülke olması gerektiği beklentisine sahip olmuştur. Ardından devlet bürokrasisinin yetmiş yıldır Atatürk’ün manevi mirasını sahiplendiğini ve onun hedeflerini gerçekleştirme yolunda ant içtiğini öğrendiği zaman, Raul’un bu beklentisi iyice güçlenir.

Öyle ya, kurucu önderinin ideallerine sıkı sıkıya bağlı olan ve onları hayata geçirmeye azmetmiş bir ülkede, Atatürk’ün ölümünden yetmiş yıl sonra evrensel hukuk ilkelerine sahip sağlam demokratik temeller çoktan atılmış olmalıdır. Çünkü böyle uzak görüşlü ve karizmatik bir lider çok az millete nasip olabilmiş bir ayrıcalıktır.

Üstelik Türkiye Cumhuriyeti’ndeki koşullar bütün dünyada olduğu gibi o zamana göre büyük farklılıklar göstermiştir. Artık değişim çok daha kolaydır. Dünyanın en büyük 20 ekonomisi arasına girmiş, geniş bir aydın ve entelektüel kitlesi olan, demokrasinin beşiği AB ile bütünleşme iddiasındaki bir ülke konumundadır. Kişi başına yıllık geliri 10.000 dolara dayanmak üzeredir ve dünyada hatırı sayılır bir güç haline geleceği söylenmektedir.

Sivil toplumu da dünyayla o denli bütünleşmiştir ki, şehirlerinden biri geleceğin vizyonunu şekillendirecek EXPO fuarına ev sahibi olmayı kıl payı elden kaçırmıştır. Buna Raul bile üzülmüştür.

Tüm bunları hesaba katarak ülkenin demokrasinin doruklarına ulaştığına kani olan Raul Lopez büyük bir şok yaşayacağını aklının ucuna bile getirmemektedir.

Raul için ilk darbe, sekiz ay önce Türk halkının neredeyse yarısının oy verdiği iktidar partisinin kapatılmanın eşiğinde olduğunu öğrendiği zaman gelir. Çünkü demokrasiyi ve halk iradesini hiçe sayarak buna kalkışan, Atatürkçülüğü kimseye kaptırmayan devlet bürokrasisinden başkası değildir.

Raul, “bu işte bir yanlışlık olmalı” diye düşünürken farklı sürprizlere de muhatap olacaktır.

Ülkede bazı genç kızlar üniversitelere alınmamakta, bu kızlara şaka yapar gibi peruk giymeleri salık verilmektedir. Hatta faşizmin bir uzantısı olarak gizli ikna odaları kurulmakta, sandıkta oylarıyla tepkilerini gösteren ülke vatandaşlarından “bidon kafalılar” diye bahsedilmektedir. Tüm bunların arkasındakiler de kendilerini Atatürkçü olarak nitelendirenlerden başkaları değildir.

Hayal kırıklığına uğrayan Raul gözlemlerini sürdürür. Sonuçlar ürkütücüdür.

Hukuk devleti ve demokrasi karşıtlığı, darbe çığırtkanlığı, muhtıralar, ülkeyi kan gölüne çevirmeye azmetmiş çeteler ve onları korumaya çalışanlar… Bu işlere bulaşanların hiçbirisi Atatürkçülüğü kimseye bırakmamaktadır. Raul dehşet içerisinde bunları izlemekte ve olanlara anlam verememektedir.

Acaba sorun nerededir? Atatürk gibi bir önderin hayal ettiği demokrasi niçin bu haldedir? Yoksa Atatürk Raul’un düşündüğü gibi bir lider değil midir?

Bu kısa hikaye sonunda, tam da bu konuda Raul’a yardımcı olmak bizlere düşüyor.

Ona Atatürk’ün hayal ettiği Türkiye’nin bu olmadığını, çağdaş özgürlükler seviyesinde bir ülke arzuladığını anlatmalıyız.

Halkın egemenliği için çabaladığını, dağdaki çobanı ve tarladaki köylüyü milletin efendisi olarak gördüğünü vurgulamalıyız.

Milletine olan inancını, değişime olan bağlılığını, dogmalardan nasıl nefret ettiğini, hukukun ve adaletin üstünlüğüne nasıl inandığını.

Ama halkın iradesinin ayaklar altına alınmaya çalışıldığı, iktidarın darbelerle tehdit edildiği, çetelerin oligarşik bürokrasi ve taifesi tarafından meşrulaştırılmaya çalışıldığı bir ortamda Raul’a bunu anlatmak kolay değil

Hele hele Atatürk’ün yolunda ilerlediklerini zannederken, ona en büyük ihaneti bu işlerin faillerine destek verenlerin yapmakta olduğunu anlatabilmek…

11 Nisan 2008

Wednesday, April 9, 2008

Sonu yaklaşan faşizan elitizm


Tarihimiz boyunca çağdaş uygarlığı yakalayabilmek için gereken değişimleri gerçekleştirme yolundaki aksiyonların genelde kısıtlı bir üst tabakadan geldiğini hepimiz biliriz. Dönüşümün kaçınılmaz hale geldiği zamanlarda bile Avrupa’dakinin tam aksine halkın talepleri çoğunlukla cılız kalmış ve bu görev kendisini halkı modifikasyona tabi tutmakla görevli kılan bir yönetsel elit tarafından üstlenile gelmiştir.

Bu realitenin çok çeşitli tarihsel ve toplumsal nedenleri vardır. Batı toplumlarının doğu toplumlarına göre daha birey eksenli bir kültüre sahip olması gibi genel bir yapısal özellikten, bunu harekete geçiren coğrafi keşiflere ve Protestan dinamiklerin ortaya çıkmasına kadar uzanan çok geniş bir analiz söz konusu edilebilir. Hiç kuşkusuz bu sosyolojik yapının en önemli etmenlerinden biri de, sanayi devrimi sonrası büyük kentlerin ve ticaret merkezlerinin oluşması sonucu feodal yapıların tamamıyla kırılıp güçlü bir burjuva sınıfının ortaya çıkmasıyla ilgili.

Anadolu topraklarında ise endüstriyel gelişimin devlet eliyle ve oldukça geç kalmış bir şekilde başlaması nedeniyle modernitenin öngördüğü toplum dinamiklerinin harekete geçmesi, toplumsal bir değişim süreci yaşanması ve güçlü bir burjuvazinin ortaya çıkması epey bir zaman aldı. Bu da, toplumun değişim sürecine bizzat katılmasında ve bir süre sonra tıpkı Batı’da olduğu gibi sürecin itici gücü haline gelmesinde ciddi gecikmelere yol açtı.

Ne var ki, fazlasıyla ötelenmiş olan bu sürecin son 10 yıldır Türkiye’de büyük bir hızla yol aldığı görülüyor. Gelişen ve zenginleşen Anadolu sermayesi, bilgi birikimini ve dünyayla iletişimini artıran orta sınıf ve liberalleşen çevrenin getirdiği ekonomik ve demokratik serbestliğin tadına varan kitleler değişimin gerisinde kalan yapıyı artık bir hayli zorlamakta.

Osmanlı’nın son zamanlarından cumhuriyete miras kalan ve bir zamanlar toplumsal değişimi kendi görevi addeden yönetsel elit ise değişimi büyük bir korku ve endişe içerisinde karşılamakta. Onun çevresinde yaşam alanı bulmuş yapay burjuvazi için de benzer şeyleri söylemek mümkün. Her ikisinin de hukuk ilkelerini hiçe sayarak dönüşümün ve demokrasinin önünü kesmek için var gücüyle çabaladığına tanık olmaktayız.

Peki kendini sürekli olarak batılı yaşam tarzı ve Avrupai değerlerin yılmaz savunucusu olarak öne süren bu sınıfların içine düştüğü çelişkiler yumağı nasıl açıklanabilir? Madem ki evrensel hukuk ve çağdaş demokrasi ulaşılması gereken hedefleri işaret etmekte, öyleyse toplumsal gelişimin öngördüğü üzere bu taleplerin artarak geliyor olması ve tüm toplumu kapsayıcılığı niçin bu denli bir direnişle karşılık bulmakta?


Aslında ortada pek de şaşırtıcı olan bir şey yok. Çünkü asıl problem, onyıllardan beri demokratik ve hukuksal bir yapıyı savunduğunu iddia eden oligarşik bürokrasinin ve onun destekçilerinin samimiyetinde yatmakta. İkiyüzlülüğün kökenine inildiği zaman da, büyük bir çıkar tablosunu ima eden ipuçlarını yakalamak mümkün. Çünkü tablonun üzerindeki perdeyi araladığımızda karşımıza demokrasiye saygılı bir örgütlenme değil, toplumla eşit tutulmayı içine sindiremeyen, farklı kültür ve değer yargılarına sahip alt sınıfların kendileriyle eşit fırsatlar elde etmesini asla kabullenemeyen ve çıkarları gereği tekelinde gördükleri kamusal olanakları hiçbir şekilde paylaşmaya yanaşmayan oldukça faşizan bir elitizm çıkmakta.

Zira Türkiye’nin dünyayla yaşadığı etkileşim kitlelerin farkındalıklarının ve bilgi düzeylerinin artmasına, zenginliğin daha sağlıklı bir biçimde topluma yayılmasına ve insanların kültürel-dinsel kimliklerini moderniteyle beraber bir sentez halinde yaşayabileceklerini görmesine yol açtı ve bu da elitizm açısından kaygı verici bir duruma işaret etmekteydi. Sonunda kaygılar doğru çıktı ve bu yeni farkındalık geniş kitlelerin sosyal ve ekonomik hayata daha etkin katılımını sağlamakla kalmadı, aynı zamanda buna meydan vermek istemeyen elitist kitlenin tüm iç yüzünü de gözler önüne serdi.

Elbette elitizm yanlıları için kendi iç dünyalarındaki bu gerçekliği açığa vurabilmek kolay değil. Çünkü demokrat olabilmeyi kendi cemaatlerine has bir üst kimlik olarak gören bu grubun, evrensel hak ve hukuk anlayışı söz konusu olduğunda baskıcı bir yapıya bürünmesinin demokrasi çerçevesinde hiçbir mantıksal savunması bulunmamakta.

İşin ilginç tarafı şu ki, kendileri de bunun bilincindeler ve entelektüel düzeydeki savunmaları niyet okuma gösterilerinden veya retoriksel sloganlardan öteye geçemiyor. Doğal olarak “laikliğin veya demokratik cumhuriyetin tehdit altında olduğu” savları da, demokrasi ve laikliğin beşiği konumundaki AB reformları yolunda ilerleyen bir iktidar söz konusu olduğunda son derece basitleşiyor, mantıksızlaştırıyor ve bencillikle şekillendirilmiş duygusal dışavurumun dayanaksız bir ifadesinden fazlasını ima edemiyor.

Sonuç olarak faşizan elitizmin entelektüel arka planı gün geçtikçe zayıflamakta, savlarının içi boşalmakta. Bu da kendi cemaatine özgülediği pozitivist laiklik anlayışını, ürettiği korkuları ve tekrarlayıp durduğu sloganları anlamsızlaştırmaktan başka bir işe yaramamakta. Bu derece anlamsızlaşan ve entelektüel kapasitesi boşalan fikirlerin de toplumun bilinçaltından uzun vadede yok olacağını kestirmek hiç zor değil.


Bu bağlamda oligarşik bürokrasinin kendi iktidarı için araçşallaştırarak Türkiye’ye dayattığı birçok korku ve çağdışı kavramın da tarihin tozlu sayfalarındaki yerini alması artık kaçınılmaz bir gerçekliktir. Bu da bize, Türkiye toplumunun ileride daha katılımcı ve demokratik bireylerden oluşacağı ve hukuk devleti karşıtlarının hiçbir zaman yeterli desteği bulamayacakları müjdesini veriyor.


9 Nisan 2008

Tuesday, April 8, 2008

Hukuksuzluk demokrasi için bir fırsat olabilir mi?


Bürokrasinin kalelerinden Anayasa Mahkemesi cephesinde beklenildiği üzere bir sürpriz gerçekleşmedi ve mahkeme, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Yalçınkaya’nın verdiği iddianameyi kabul edip yargı sürecini başlatmayı oybirliğiyle kabul etti.

Çoğunluğu çeşitli gazete kupürlerinden alıntılarla şekillendirilen ve alıntı konusu ifadeler nedeniyle haklarında hiçbir hukuka aykırılık işlemi sabit görülmemiş şahısların suçlandığı bir iddianamenin oybirliğiyle gündeme alınmış olması elbette şaşkınlıkla karşılanması gereken bir durumu ifade etmekte. Ancak Türkiye’de oligarşik bürokrasinin sınır kabul etmezliği göz önüne alındığında bu çeşit bir anormalite oldukça sıradan görünmekle kalmıyor, aynı zamanda medyadaki ve siyasetteki savunucuları tarafından da ironik bir biçimde meşru olarak kabul ediliyor.

Üstelik bu sağlıksız yapının savunucuları arasında, olağan koşullarda hukukun ve toplumsal uzlaşının en büyük teminatı olması gereken Anayasa Mahkemesi’nin de bulunması durumun vahametini bir kez daha gözler önüne sermekte. Çünkü bu mahkemenin yakın geçmişinde 367 gibi bir hukuk sabıkası bulunuyor.

Bu olanların ışığında, bundan sonraki süreç için Anayasa Mahkemesi’nin objektif kriterlerle davayı ele alacağına ve bürokratik oligarşinin hukuk tanımazlığına karşı halkın iradesini koruyacağına dair fazla bir iyimserlik pek gerçekçi görünmüyor. Şimdi ise Ak Parti’nin nasıl bir tavır takınacağı merak konusu.

Ancak her ne kadar gelişmelere karşı iktidar tarafından halkın desteğiyle alabilinecek birtakım hukuksal tedbirler mevcut ise de, siyaset arenasının öteki cephesindeki aktörlerin vereceği karşı tepkilerin ortamı iyice germe olasılığı son derece yüksek. Bu da bizi bir başka tuzağın daha var olduğu gerçeğiyle karşı karşıya bırakıyor. Ufak bir beyin fırtınası, halk iradesi ve demokrasiye saygının Batı’ya göre son derece cılız kaldığı ülkemizde Ak Parti’nin sakinliğini koruyamamasının, tam da jakoben tabakanın istediği doğrultuda Türkiye’nin İttihatçı uzantılardan kurtulmasını zorlaştırıcı ters bir etki yaratabileceğini öngörmekte.

Çünkü demokrasiyi hedef alan çok geniş çaplı ve güçlü bir kalkışmanın son perdesini izlemekteyiz ve bu noktada soğukkanlı davranabilmek hayati bir önem taşımakta. Bu işe kalkışanlar da Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının refahını hiçe sayarak bir iç çatışma ortamı hazırlamak suretiyle iktidarlarını sürdürebilme imkânını teminat altına alabilmenin peşindeler.

Bu kalkışmanın dehşetli mantığını, İlhan Selçuk’un 7 Şubat 2008’deki şu sözleri gayet ibret verici bir biçimde özetliyor: “Eğer kapatma davası açılırsa, bir de üstüne ekonomik kriz gelir ve Türkiye biraz karışırsa belki bir umut doğabilir. Çünkü normal yollardan bu mümkün değil”.

Bu sözler ekonomik krizlerden, iç çatışmalardan ve darbelerden medet uman İttihatçı hareketin günümüzdeki örtülü iktidarını temsil eden bir mantığın ürünü ve bu mantık hiç bu kadar cüretkar olmamıştı. Bu da, kişiselleşmiş ve mikro düzeyde çekişme mantığına indirgenmiş bir kavganın bizzat oligarşik bürokrasi tarafından istenmekte olduğunun işaretlerini bize vermekte. İşte bu kitle, Ak Parti’yi kısır tartışmalara ve tansiyonu yükseltici sloganlara dayalı bir döngünün içerisine çekmeye çalışıyor. Ancak bu sayede toplumdaki kamplaşmaları kaşıyarak yeni çatışmaları körüklemenin ve dünyadaki krizin etkisiyle bunalan Türkiye’ye bir de siyasi kriz ekleyerek ekonomiye güçlü bir darbe vurabilmenin mümkün olabileceği hesaba katılıyor.

Bu durumda Ak Parti’nin izlemesi gereken strateji, her zamankinden daha fazla hayati önem kazanmakta.

İktidarın bu olası durumdan kaçınması, ancak siyasal atmosferi genel özgürlükler ve demokrasi vurgusuyla ele almayı sürdürmesi ve bir yandan taktiksel adımlar atarken diğer bir yandan da tartışmanın mikro boyuta çekilmesine engel olmasıyla mümkün olabilir. Bunun en uygun yöntemi ise, uzun zamandır yavaşlayan reformlara hız verilmesinden başka bir şey değil. Böylelikle çatışma kısır sloganlar atışmasından çıkıp makro bir boyut kazanacak ve sinirleri bozulacak bürokratik elit yıpranırken, artan bir iç ve dış desteğe sahip Ak Parti’nin eli güçlenecektir.

Bu bağlamda Ak Parti sivil anayasa çalışmasını bir an önce hızlandırılarak meclis gündemine sunmalı, yeni uyum paketini süratle işleme koymalı ve yapılacak her türlü kışkırtmaya söz konusu reformlara ve demokratikleşmeye atıfta bulunarak yanıt vermelidir. Bu yalnızca değişim karşıtlarının işini zorlaştırmakla kalmayacak, aynı zamanda reformlarda kararlılık göstermeyi sürdüren bir iktidar anlayışının var olduğu güvencesini vererek yabancı yatırımcının endişelerini azaltacaktır. Böylece ekonomideki çalkantıyı imkanlar ölçüsünde minimize edebilmenin yolu açılacak ve iktisadi kriz bekleyenlerin umudu sekteye uğratılabilecektir.

Çünkü bürokratik elitin demokrasiye karşı alerjisi vardır ve asıl endişe ettikleri konu, yasaların kendi oligarşik iktidarlarına müsaade etmeyecek hukuksal bir yapıya kavuşturulmasıdır. Koparılan bunca yaygaranın ve laikliğin araçsallaştırılıp bu olgunun kamufle mekanizması olarak kullanılmasının ana nedeni de budur.

Üstelik bu taktiksel adımlar, Ergenekon çetesinin üzerine kararlılıkla gitmenin sürdürülmesi ve partilerin kapatılmasını zorlaştıracak düzenlemelere başlanılması gibi politikalarla bir eşgüdüm içerisinde de pekala yürütülebilir.

Bu bağlamda Ak Parti’nin önünde hem zorlu bir dönemeç hem de Türkiye’yi dönüştürebilmek ve halkın iktidarını geri dönülemez bir şekilde teminat altına alabilecek bir fırsat söz konusu. Umarız Ak Parti bu süreci iyi değerlendirerek Türkiye’de devlet iktidarından beslenen bu yapıyı bir daha geri dönülmeksizin kıracak adımları atmaya muktedir olabilir.

3 Nisan 2008

Demokrasi ikiyüzlülüğünün dayanılmaz hafifliği


Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nde “ikiyüzlülük” şu şekilde tanımlanmakta: “İnandığı ve düşündüğü gibi davranmama, özü sözü bir olmama”. Terminolojide ise bir şeye kendi çıkarları gereği inanmış gibi görünen, ancak aslında ona inanmayan kişiler için “ikiyüzlü” ifadesi sıklıkla kullanılır.

Bu bağlamda demokrasiye inanıyormuş gibi bir imaj çizen, ancak bu inancı gerçekte benimsemeyen ve belli durumlarda bunu farkında olmadan açığa vuran bireylere “demokrasi ikiyüzlüsü” demek pek de tuhaf kaçmayacaktır. Bilindiği üzere, siyaset-medya-akademi üçgeni içerisinde keskin bir kamplaşmanın ortaya çıktığı gergin günler yaşıyoruz. Bu kamplaşmanın esas olarak iki tarafı olduğu söylenebilir. Bunlar oldukça belirgin ve kısaca Ak Parti yandaşları ve Ak Parti karşıtları olarak ifade edilebilirler.

Ancak bir de unutulmaması gereken ve bu ikisi arasında itidal çağrıları yapan üçüncü bir grup daha var ki, kendini demokrat olarak tanımlamakta hiçbir sakınca görmeyen ve geçmişten beri sürekli olarak demokrasinin ve özgürlüklerin faziletlerinden söz edegelmiş bir topluluk bu.

Ne var ki ülkedeki çekişme ortamı bu grubun mensupları arasında büyük çoğunluğun gerçek demokrasi söz konusu olduğunda ne kadar da kaypak davranabileceğini bir kez daha şüphe götürmez bir şekilde kanıtlamış durumda. Bugünlerde söz konusu topluluğun ana jargonunu “ama, fakat, ne var ki …” gibi bağlaçlar oluşturuyor. Spesifik bir örnek olarak, “Parti kapatmalarına biz de karşıyız ve Siyasi Partiler Kanunu’nun demokratik olmadığının farkındayız, ama hakkında kapatma davası sürmekte olan bir partinin bu süreç devam ederken yasayı değiştirip bunu normlara uygun hale getirmesini etik bulmuyoruz” söylemini gösterebiliriz. İşte bu, yukarıda bahsettiğimiz demokrasi ikiyüzlülüğünün tipik bir örneğidir. Demek ki hukuka uygun olmayan yasaları düzenlemek, ancak hukuksuzluğun süregeldiği davalar sonuçlandıktan sonra “etik” olabiliyor. Bu tam anlamıyla bir mantık garabetidir ve sözün sahibini acınacak bir duruma sokmaktadır.

Buradaki kafa yapısı, çok açık bir şekilde kaçış ve çarpıtma mekanizmasına işaret etmekte. Bu mekanizmayı kullananlar, takındıkları tavrın anti-demokratik olduğunu bilmelerine rağmen içinde çelişkiler barındıran türlü bahanelerle bu gerçeği perdelemeye çalışmaktalar. Çünkü “anti-demokratik” olarak yaftalanmak sadece saklanmaya çalışılan fikirsel yapının açığa çıkmasına yol açmaz, aynı zamanda kişisel prestijin yıpranmasını da kaçınılmaz olarak beraberinde getirir. Bu gerçeklik de doğal olarak söz konusu kişiler için kolay yenilir yutulur bir nitelendirilme değildir.

Bu endişeyi taşıyıp farklı bahaneler arayanların kullandığı diğer bir dayanak da DTP’nin kapatılma davası söz konusu olduğunda, Ak Parti’nin kanunun anti-demokratikliği bağlamında yeterli karşı çıkışta bulunmamış olduğudur. Bundan hareketle, Ak Parti’nin verilen iddianame için ilgili kanunu değiştirmeye ve yakınmaya hakkı olmadığı gibi bir itiraz söz konusu.
Oysa ki özünde anti-demokratik unsurlar taşıyan bir kanun, kanuna yeterli tepkiyi vermeyen siyasal oluşumların ona maruz kalmasıyla meşrulaşmaz. Bunu savunmak, işlenen bir suça karşı sessiz kalan bireyin aynı suça müstahak olduğu yargısı gibi bizi çarpık bir sonuca ulaştırır ki bunun hiçbir hukuksal ve rasyonel temeli yoktur.


Benzer örnekleri çoğaltmak mümkün.

Örneğin, “partilerin kapatılması elbette demokratik ülkelerde olmaması gereken bir durum ama Ak Parti’nin de kendini biraz sorgulaması gerek” anlamına gelen ve sık sık tekrar edilen cümle, olayı iddianamenin hukuksal boyutundan uzaklaştırıp Ak Parti’yi devletin sorgulanamaz anti-demokratik pozitivizmine boyun eğmeye davetten başka bir anlam içermiyor. Yani, Ak Parti’nin icraatlarının hukuka aykırı olmadığını kabul etmekle birlikte, yine de ayağını denk alması gerektiğini ima eden bir yaklaşımın üstü kapalı bir dışavurumu. Bu da halk iradesine karşı bilindik devletçi reflekse arka çıkıldığının bir göstergesi.

Yaşanılan bu gerilimin neler getireceği şimdilik meçhul. Ancak demokrasiye bağlılık konusunda ikiyüzlü davrananların bu süreç sonunda deşifre olacakları ise kesin bir gerçeklik. Çünkü çatışmanın asıl boyutu laiklik değil demokrasi eksenli. Sürekli tekrar edilen laiklik vurgusu ise, demokratik değişime karşı verilen oligarşik mücadelenin bir bahanesinden öteye gidemiyor.

28 Mart 2008

Rantı yitirme korkusu


Oligarşik bürokrasinin 2002 yılından beri süregelen Ak Parti iktidarını sona erdirebilmek için yaptığı girişimler, birçok gerçeğe ışık tutabilecek bir devlet örgütlenmesini tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermekte.

Bu devlet örgütlenmesi, katılaşmış ve son derece muktedir bir “elitler sınıfı”na işaret ediyor. İçinde ağırlıklı olarak yüksek bürokrasiyi barındıran bu sınıfın devlet anlayışı, geçmişi İttihat ve Terakki geleneğine kadar uzanan, yani kökü 20.yüzyıl başlarına dek giden ve Osmanlı’dan Cumhuriyet’e intikal eden bir bakış açısının bugünkü yansıması olarak da görülebilir.


Bu anlayış, kendi doğası gereği devlet için neyin güzel ve hayırlı olduğuna ancak kendisi karar verebilen ve halkı bir “teba” olarak kabul etmeye alışmış bir yapıya sahip. Aynı zamanda benliğinde aşırı pozitivizmi, vülger materyalizmin uzantılarını, 1930’ların Avrupa’sından kalma halkı şekillendirici bir tepeden inmeciliği ve küresel gelişmelere karşı set çekmeyi içeren bir bakış açısını da içeriyor. Bunu da kendince “vatanseverlik” olarak tanımlıyor.

Ne var ki, söz konusu yapı bu “vatanseverliği”nin karşılığını alabileceği bir devlet örgütlenmesini şekillendirmekten de geri kalmıyor.

Bir yandan kendi burjuvazisini oluştururken, bir yandan da devlet içerisinde gizli oluşumlara göz yummayı, yandaşlarına ve destekçilerine sayısız rant olanağı sağlamayı, kamu imkanlarıyla serbest piyasa içerisinde hiçbir zaman bugün ellerinde bulunan olanaklara sahip olamayacak kendi tabakasına sayısız imkanlar bağışlamayı bir hak olarak görüyor. Kısacası “bal tutarken parmağını yalamayı” ihmal etmiyor.


İşte bundan dolayıdır ki, oligarşik bürokrasinin sürekli olarak ekonomik ve demokratik açılımlara, özgürleşmeye ve evrensel hukukun üstünlüğü ilkesine karşı durduğunu, “Türkiye’ye özel şartlar” kisvesi altında muhalif bir tavır sergilediğini gözlemlemekteyiz.

Buna paralel olarak, 1920’lerden önce İttihat ve Terakki mantığının “devletin âli menfaatleri” söylemiyle savunmaya çalıştığı tepeden inmeci mantığın bugün başkalaşım geçirerek “cumhuriyet kazanımları” gibi yine soyut bir kavrama indirgendiğine tanık olmaktayız.


Tabi bunun yanına, hukuksal tanımının yapılmasından özellikle imtina edilen ve hiçbir çağdaş ülkede benzer bir uygulaması olmayan “Türkiye’deki laiklik” kavramını da koymak gerekiyor.
Evrensel hukukta hiçbir yeri olmayan bu laiklik uygulaması öyle bir şey ki, hem sınırları çizilmiyor ve tartışılması dahi kabul edilmiyor, hem de özgürlükler sınırları belli olmayan bu ilkenin soyut sınırlarına takılıyor.


Tabi ki bu da trajikomik bir yap-boz oyununun parçası olmaktan öte bir anlam ifade etmiyor. Bu bağlamda, son zamanlardaki değişim politikalarına karşı artık “hukuk devleti”, “özgürlükler”, “demokrasi” gibi kavramların arkasına sığınılarak bir politika geliştirilemediğini görüyoruz. Çünkü demokratikleşme, çetelerin temizlenmesi ve sivil anayasa yolunda yürüyen bir siyasi iktidara bu kavramlarla yüklenmek oligarşik bürokrasiyi komik duruma düşürmekten başka bir işe yaramıyor.


Öyleyse hala en iyisi “cumhuriyetin kazanımlarının elden gitmesi, laikliğin tehlikede olması” gibi muğlak ve karşılığı olmayan söylemler.

Ancak sonuç olarak her şeyin arkasında, rantını kaybetmek üzere olan bir topluluğun ve onların manipüle ettiği bir kitlenin yattığı su götürmez bir gerçeklik olarak karşımıza çıkıyor.

26 Mart 2008

Kalıcı çözüm "Sivil Anayasa"


AK Parti’nin kapatılması için Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın iddianame hazırlaması, ardından da bilinen bazı çevrelerin buna açık veya örtülü destek vermesi, bürokratik elitin sürdürmekte olduğu mücadelenin son perdesi olarak karşımıza çıktı.

Zaman zaman anti-demokratik yollara başvurmaktan da çekinmeyen bu mücadele anlayışı, neredeyse toplum üstü bir sınıf haline gelmiş bulunan bu tabakanın ve onun temsil ettiği anlayışın devlet örgütlenmesinde ne kadar kemikleşmiş olduğunu da bir kez daha gözler önüne serdi. Elbette yetmiş yıldan uzun bir süredir devlet kadrolarına hakim durumda bulunan ve son on beş yıldır yoğunlaşması iyice artış gösteren söz konusu kesimin, uyum yasaları ve demokratikleşme çabalarına karşı koyması şaşkınlık veren bir durum değildi; çünkü bu çeşit bir yapılanmanın doğası bu mücadeleyi kaçınılmaz kılıyordu.

Demokratik cephe açısından da geri adım atmak mümkün olmadığına göre bireysel özgürlükler ve evrensel hukuk adına çaba gösteren aktörlerin uzun vadeli çözümler üretmesi, bu çözümlerin kalıcılığını sağlamak bağlamında hayati bir önem taşımaktadır. Çünkü kısa vadeli çözümler, atanmışlar iktidarının başka bir dönemde kendini yenilemesinin ve tekrar ortaya çıkmasının önünde kalıcı bir engel oluşturmakta yetersiz kalma riskini taşımaktadır.

Bu uzun vadeli ve kalıcı çözümlerin en önemlisi, hiç şüphesiz çağdaş hukuk devletlerinde olduğu gibi ideolojiden uzak sivil bir anayasadır.

Atanmışların yerine seçilmişleri ön plana çıkaracak, devlet yönetiminde evrensel hukuk normlarıyla bireysel hak ve özgürlükleri olmazsa olmaz koşullar bütünü haline getirecek sivil bir anayasa, Türkiye’nin bir daha benzer sıkıntıları yaşamasının önünde en büyük engel olma işlevini üstlenecektir.

İşte bunun için AK Parti’nin yavaşlayan demokratik reformlara hız vermesi ve yeni anayasa taslağını hiç vakit kaybetmeden kamuoyunun gündemine getirmesi gerekmektedir. Çünkü Türkiye’nin bir daha oligarşik bir sınıf iktidarına geri dönmeksizin demokratikleşmesinin en önemli aracı budur.

20 Mart 2008

“Cumhuriyet”in içyüzü


Cumhuriyet Gazetesi son günlerde karşımıza bir çarşaf reklamıyla çıkıyor. Reklamla ilgili olarak Hasan Kaçan’ın sitemizde de yer alan yazısıyla, bunun başka bir yerden çalıntı olduğu hemen açığa çıkıverdi.

Cumhuriyet’in bu reklamın ana temasını başka bir yerden araklamış olması bizi çok ilgilendirmiyor açıkçası. Çünkü Cumhuriyet gazetesi yazarları sürekli olarak vatandaşların kişisel tercihleri ve dini duygularıyla alay etmeyi, onları aşağılamayı bir varlık nedeni olarak görmekte ve son yapılan da bu bağlamda ele alınmalı.

Dine ait en ufak bir sözcük karşısında gözleri dönmeye başlayan ve yüzleri kıpkırmızı kesilen bu yazar-çizer topluluğunun psikolojik hezeyanlarının dışavurum analizleri ise hiç şüphesiz çağdaş tıp bilimini ilgilendiren bir konu. Çünkü bunlarla kişisel doyum peşinde koşan, bir domuza başörtüsü giydirerek yayımlamaktan sadistçe zevk alan bir grubun haleti ruhiyesi bizim algılayışımızın ötesinde.


Ancak yine de insan bazı şeyleri sorgulamadan edemiyor.


Acaba bu “güzide” yayın organımız, gerçekten savunucularının öne sürdükleri gibi cumhuriyet ilke ve inkılâplarının, emperyalizme karşı savaşın yılmaz savunucusu mu?

Bundan bir süre önce başyazar İlhan Selçuk’un “Bush Ortadoğu’daki yeni anlayışına Türkiye’yi değiştirerek başlamalı. ABD’nin yeni tasarımında Türkiye’de yeni bir iktidara ihtiyaç var” anlamındaki sözleri, bunun hiç de iddia ettikleri gibi olmadığının çok açık bir sinyalini vermişti.
Bu sözler, ABD’yi Türkiye’ye müdahale etmeye ve iktidarı güçten düşürerek kendi çıkarlarına uygun bir hükümet oluşturmaya açıkça davet eder bir niteliğe sahipti.


Bazıları bu ifadelerden dolayı büyük bir şaşkınlık duymuş olsa da, Cumhuriyet’in geçmişini ve işine geldiği zaman nasıl faşizan ve emperyal bir söylem içine girdiğini bilenlerde pek bir garipsemeye yol açmadı. Çünkü gazetenin kurucusu Yunus Nadi’nin, Hitler’in 1939’daki doğum günü kutlamalarına bizzat katıldığı, oğlu Nadir Nadi’nin de milyonlarca insanın katili olan bu lider hakkında “Atatürk'ü en iyi anlayan ve anlatan liderin Hitler’dir” dediği bilinmekteydi.

Bu iki kişi, eski Babıâli çevresinde Yunus / Nadir Nazi olarak anılmaktadır.

Söz konusu gazetede 1961’de yayımlanan bir diğer makalede de “Avrupa medeniyetini koruyan cengâver Alman milletini mahvettiler” diye ağıtlar yakılmıştı. Nazım Hikmet’in Sovyetler Birliği’ne kaçmasından sonra gazetede resmini basıp “Nazım Hikmet’in fotoğrafını, millet doya doya yüzüne tükürsün diye yayımlıyoruz” diyen de Cumhuriyet gazetesinden başkası değildi.

Son zamanlarda öğrendiğim başka bir şey ise çok daha çarpıcı.


1930 yılında Zeylan yöresindeki Kürt kökenli vatandaşlarımız ile ilgili olarak gazetenin şöyle bir değerlendirme yaptığını görüyoruz:
“Bunların alelade hayvanlar gibi basit sevk-i tabiilerle işleyen his ve dimağlarının tezahürleri, ne kadar kaba hatta abdalca düşündüklerini gösteriyor... çiğ eti biraz bulgurla karıştırıp öylece yiyen bu adamların afrika vahşilerinden ve yamyamlardan hiç farkı yoktur.”


Bu kafatasçı söylemler, aslında Cumhuriyet’in kökleri için bize yeterli ipucunu sağlamakta. Acaba din düşmanlığının yanına çetelere karşı sessiz desteği, ABD’yi Türkiye’ye müdahaleye çağırmayı ve darbe kışkırtıcılığını da ekleyen Cumhuriyet gazetesi, nasyonalist / ırkçı köklerine geri dönüş mü yapıyor?


Yoksa çoktan yaptı da bizim mi haberimiz yok …

14 Mart 2008

Türkiye’de bir hukuk skandalı


Türkiye Cumhuriyeti’nin en üst yargı organlarından birisi olan Danıştay’da başsavcılık makamında oturan Tansel Çölaşan, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla yaptığı konuşmada 27 Mayıs askeri darbesini övücü ifadeler kullanmış. Başbakan da dahil olmak üzere üç devlet adamının darağacında can verdiği bu darbeye övgüler düzen Çölaşan, bunun bir devrim olduğunu özellikle vurgulamış.

Dünyadaki hiçbir çağdaş ve demokratik ülkede, bırakın devlet içerisinde belli mevkileri işgal eden bir hukukçuyu, herhangi bir devlet görevlisinin bile askeri darbelere arka çıkması düşünülemez. Ama bu tip bir rezalete ilk defa tanık oluyor da değiliz. Çünkü hepimizin bildiği gibi Türkiye’deki jakoben-laikçi anlayış takım tutar gibi askeri darbe tutmaktadır.

Örneğin 1960 darbesi sürekli olarak yüceltilir ve kutsanır. Ezanın Arapça okunması serbestliğini getiren ve din konusunda devletin vatandaşlar üzerindeki baskısını hafifleten DP’ye lanetler okunur. 12 Eylül 1980 askeri ihtilali ise muhafazakarlığın önünü açtığı için pratikte eleştirilir, ama onun uzantısı olan darbeci yasa ve uygulamalara sahip çıkılır. 28 Şubat muhtırası anıldığında ise cumhuriyetçilik damarları kabarıverir ve onuncu yıl marşı için hazırola geçilir.
Ak Partiye karşı verilen post-modern 27 Nisan e-muhtırası da bu toplulukta büyük coşkular yaratmasına karşın, sonradan ters teptiği ve kaş yaparken göz çıkardığı için “tu kaka” oluvermiştir.


Saydığımız tüm bu trajikomik ve patolojik ruh hallerine çok da hayret etmememiz gerekiyor.
Çünkü kendilerini ülkenin tek söz sahibi olarak gören ve doğasında farklı düşünceleri ve özgürlükleri hazmedebilme meziyeti taşımayan jakoben-laikçi kesimin demokrasi aşığı olduğunu iddia edebilmek pek de mümkün değil. Her ne kadar bu anlayış yerküre üzerinde çoktan fosilleşmiş olsa da, gelişmeleri hep geriden takip eden ülkemizde hatırı sayılır bir taraf kitlesine sahip.


Asıl düşündürücü olan ise, bu anlayışın uzun yıllardır devletin en üst kademelerine sirayet ettiği gerçeği ve ancak bu anlayışla yoğrulan bireylerin o makamları işgal etmelerine izin verilmiş olmasıdır. Tansel Çölaşan da bunun tipik bir örneği.

Ne var ki değişimin önünde durabilmek mümkün değil.

Türkiye’nin kapılarını dünyaya kapatması gerektiğini savunarak 40’lı yıllardaki milli şef yıllarına geri dönmeyi arzulayanların ve demokrat ve özgür bir ülke yerine ceberut bir cumhuriyet özlemi çekenlerin hayalleri boşa çıkmaya mahkumdur.

Bunu garantiye almanın yolu ise, çağdaş bir memlekette birinci sınıf vatandaşlar olarak yaşamak isteyen ve halkın devlete tebâ olduğuna değil “devletin halka hizmet için var olduğuna” inanan her bireyin bu kesime karşı durmasından geçmektedir.


Bu sadece bir gereklilik değil, aynı zamanda daha iyi bir gelecek için üzerimize düşen bir görevdir.


12 Mart 2008

Zorunlu din dersi ve laikçilerin çelişkisi


Danıştay’ın zorunlu din derslerinin hukuka aykırı olduğu yönündeki kararı gündemde yeni bir tartışma daha başlattı. Geçtiğimiz günlerde bu tartışmanın taraflarından biri olan Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu’nun alınan karara sert tepki göstermesi ve “bu karar Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin aldığı hatalı kararın gölgesi gibi duruyor” şeklindeki demeci ise olaya başka bir boyut kazandırdı.

Bardakoğlu’nun bu açıklaması hem liberal hem de laikçi-ulusalcı kesimde ciddi bir reaksiyonla karşılandı. Hatta bazı ulusalcılar daha da ileri gittiler ve Bardakoğlu’nun Danıştay’ı “bilgisiz ve yetkisiz” davranmakla suçladığı sözleriyle Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “dini meseleleri ulemaya sormak gerekir” beyanatının paralellik içinde olduğunu iddia ettiler.

Bu noktada liberal grupların tepkisini anlamak, genel laiklik ilkesinin her türlü mezhep ve dine karşı tarafsızlığı öngörmesi bağlamında son derece normal. Ne var ki, evrensel laiklik ilkesinden son derece uzak olan baskıcı laikçi-ulusalcı kesimin reaksiyonunun, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varoluş amacı ele alındığında ciddi bir mantıksal çelişkiyi barındırdığını görmek hiç de zor değil. Çünkü biraz yüzeysellikten uzak bir bakış, 1924’te Şeriye ve Evkaf Vekâleti’nin kaldırılarak Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulmasındaki temel amacın, Türkiye vatandaşlarının tamamına toplumun büyük ağırlığının bağlı olduğu Sünni İslam’ın öğretilmesi olmadığını görebilir.

Bunun tam aksine, yeni rejim ve ideoloji için potansiyel tehlike oluşturabileceğinden endişe edilen devlet dışı dinsel Sünni İslam eğitiminin tamamen kontrol altına alınması ve devletin kendi şekillendirdiği ve törpülediği bir biçimde topluma sunulması asıl hedef olagelmiştir.

Bunda da başarısız olunduğu pek söylenemez. Günümüzde bazı muhafazakâr kesimlerin Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan şikâyet etmesi ve “Türkiye’de din devleti yok ama devlet dini var” demesinin ardında da işte bundan kaynaklanan hoşnutsuzluk yer almaktadır. Tüm bunların ışığında, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın mutlak otoritesini sarsabilecek gelişmelerin ne tip sonuçlara yol açabileceği ulusalcılar tarafından iyi düşünülmelidir. Çünkü evrensel laiklik anlayışında devlete ait resmi bir diyanet kurumunun yeri ciddi anlamda tartışmalıdır ve nihayetinde Diyanet’in son derece zayıflamasına, hatta lağvedilmesine kadar gidebilecek bir zincirleme reaksiyonun başlamaması için de bir neden yoktur.

Böyle bir sonuç da kaçınılmaz olarak devletin kendi ideolojisine göre şekillendirdiği “devlet dini” uygulamasının sonu olacaktır. Acaba yaptıkları çoğu şeyi ellerine yüzlerine bulaştıran laikçi-ulusalcı topluluk, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın otoritesini sorgulayarak asla kaybetmek istemediği “devlet dini”nin uzun vadede sonunu hazırlıyor olabileceğini hiç aklına getirmiş midir? Veya hiç arzulamadığı halde Türkiye’nin demokratik ve özgür bir hale gelmesi, evrensel ve çağdaş bir laikliğe ulaşması yolunda çaba sarf ettiğini?

Ben hiç zannetmiyorum.

10 Mart 2008

Muhtıralar Savaşı ve CHP


Türk Silahlı Kuvvetleri’nin PKK’ya yönelik kara harekatını sonlandırmasının ardından çok sıra dışı gelişmeler yaşanıyor.

E-muhtıra da dahil olmak üzere, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin siyasete yaptığı müdahalelere sonuna kadar destek veren ve kraldan çok kralcı bir anlayış sergileyen CHP’nin ve Milliyetçi Hareket Partisi’nin orduyla karşı karşıya geldiği bir muhtıralar savaşına tanıklık ediyoruz.

Bunun nedenleri malum.

Geri çekilme sonrası hükümete yüklenmek istenilirken, bizzat hükümetin de bu çekilmeden habersiz olduğu ve üçüncü şahıs konumunda kaldığı ortaya çıkınca kantarın topuzu orduya dokundu ve iş büyüyerek buralara kadar geldi.

Bu noktada, ordunun hükümeti bilgilendirmeksizin geri çekilmesinin tuhaflığı apaçık ortada. Demokratik ülkelerde rastlanılmayacak bu durum, uzun uzadıya apayrı bir yazı konusu olabilir.

Ama biz bu muhtıralar savaşı içerisinde CHP’nin ufak bir analizini yapalım.

MHP’nin TSK’ya karşı almış olduğu tavır kendi tabanı içerisinde birtakım rahatsızlıklara yol açmış olsa de, bunun CHP tabanındaki rahatsızlıkla aynı boyutlarda olmadığını görebilmek zor değil.

Zira CHP, siyasi varlığını tamamen katı bir bürokrasi ve devletçilik anlayışı, koyu bir jakobenizm ve militarist bir devlet düzeni üzerinde konumlandırmış durumda.

Bu ilkelerin gereği olarak da stratejileri “cumhuriyetin kazanımlarının tehlikeye girmesi”, “rejimin altının oyuluyor olması”, “laikliğin elden gitmesi” gibi sürekli tekrar edilen ve her yöne çekilebilecek söylemlerle şekilleniyor.

Gerek CHP örgütü gerekse CHP tabanı ve bürokratik elit tarafından bu ilkelerin sarsılmaz savunucusu olarak görülen Türk Silahlı Kuvvetleri ile yaşanan bu kavga da doğal olarak büyük bir huzursuzluğa sebebiyet vermekte.

Yaşanan büyük şaşkınlığı ulusalcı gazetelerdeki yorumlardan, köşe yazılarından ve çeşitli forumlardan açıkça görüyoruz. CHP’nin bu huzursuzluktan ciddi yaralar alacağı kesin gibi. Çünkü kendini sokmuş olduğu kalıp bunu kaçınılmaz kılıyor.

Silahlı Kuvvetlerin için de bu tartışmalar ve ucuz siyaset anlayışı son derece rahatsızlık verici.

Peki 22 Temmuz seçimlerinden sonra siyasetten daha uzak bir tavır içerisine giren ve başörtüsü tartışmalarına doğrudan müdahale etmeyerek bunun işaretlerini veren Türk Silahlı Kuvvetleri için bu son gelişme, kendini siyasetten tamamen çekmesinde bir katalizör görevi üstlenebilir mi?

Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Prof. Mithat Sancar’ göre bu olasılık hiç de uzak değil.

Bu öngörü gerçekleşirse, uzun vadede Türkiye’deki siyasetin militarizmin gölgesinden kurtulup normalleşmesinde çok önemli bir adım atılmış olacaktır.

Bu da, Silahlı Kuvvetleri kışkırtarak siyasi rant elde etmeye çalışan unsurlar ile çetelerin erimeleri ve korku siyasetinin iflas etmesi demektir.

Bundan da en büyük zararı ulusalcı kesim ve CHP’nin göreceği son derece açıktır.

Ne kadar ibret verici bir durum ki, Türkiye’de siyasetin normalleşmesi ve çağdaş bir hale gelmesi CHP’nin erimesiyle doğru orantılı bir durumda.

6 Mart 2008