Monday, June 23, 2008

Batılılaşma bağlamında Kemalizm ve Ulusalcılık


Çağdaş uygarlığın vazgeçilmez gereklerinden biri olan demokratik toplumun tesisi söz konusu edildiğinde yan çizenlerin, devamlı olarak tam bağımsız bir Türkiye’den bahsetmeleri elbette bir tesadüf olmaktan uzak. Zira tam bağımsızlık kulağa oldukça hoş gelen, ancak ona vurgu yapanların zihniyetlerinde farklı yönlerde araçsallaştırılabilecek bir kavram. Özellikle de söz konusu zihniyet otoriter bir yönetimin sürekliliğini ima etmekteyse.

Bu gerçekliği en çarpıcı şekliyle, tam bağımsızlık kavramını sıklıkla kullanan ulusalcı bakış açısında gözlemleyebilmek mümkün.

Ulusalcı felsefe, post modern dinamiklerin tüm dünyayı şekillendirdiği ve küreselleşmenin daha demokrat ve katılımcı yapıları zorladığı günümüzde içe kapanmacı ve baskıcı bir düzenin savunucusu olarak ön plana çıkmakta. Bu nedenle ulusalcılar Türkiye’nin Avrupa Birliği sürecine kesinlikle karşılar ve AB’nin Türkiye’ye “dayattığı” demokratik ve hukuksal açılımların ülkeyi bölmeyi ve ele geçirmeyi ifade eden büyük bir komplonun parçası olduğunu ileri sürmekteler.

Ne var ki günümüzün siyasal ve toplumsal çevresi statik olmaktan son derece uzak. Dolayısıyla da yeni dinamiklerin yarattığı olgulara “karşı duruş” sergileyenlerin ciddiye alınabilmeleri için alternatif çözümler ortaya koyabilmeleri gerekiyor.

Bu bağlamda ulusalcıların ürettiği alternatif son derece basit ve yüzeysel: “her türlü dinamiği M. Kemal Atatürk dönemine referans vererek algılamak ve o dönemki uygulamalara göre sorunları çözümlemeye çalışmak”.

Hal böyle olunca da söz konusu dönemde hayata geçirilen politikaların tamamının mutlak doğruluğunu ve ebedi geçerliliğini peşinen kabullenmek bir zorunluluk haline geliyor, yoksa bu bakış açısının çökmesi ve anlamsızlaşması kaçınılmaz oluyor.

Böyle bir durum da, doğal olarak bizlere ulusalcıların M. Kemal Atatürk’ün uygulamalarına karşı samimiyetlerini sınamak için bir imkan sağlıyor. Bu bağlamda 1923 – 1938 arası dönemde Atatürk’ün batının temsil ettiği değerler ve bakış açısına karşı nasıl bir politika izlemiş olduğu kritik bir öneme sahip. Zira söz konusu zaman dilimi ulusalcılar tarafından “tam bağımsızlığın doruklarına ulaşıldığı dönem” olarak kabul ediliyor.

M. Kemal Atatürk’ün dünya görüşünü yansıtan ilke ve devrimlerinin hayata geçirildiği dönemin düşünsel temelleri için pek çok tespitte bulunabilmek mümkün. Bunlardan bir tanesi de, kökleri Yeni Osmanlılar ve Jön Türkler zamanına dek uzanan modernleşme ve batılılaşma hareketlerinin en açık şekliyle hayata geçirildiği dönemin bu zaman dilimine denk gelmiş olduğudur.

Buna ek olarak M. Kemal Atatürk’ün batılılaşma konusunda Osmanlı modeline göre daha radikal bir tavır aldığını da görmekteyiz. Nitekim kendisi, Osmanlı İmparatorluğu’nun en üstün döneminde bile Batı’ya yüz çevirmiş olmasını ciddi bir hata olarak nitelendirmektedir:

Ülkeler çeşitlidir. Fakat uygarlık birdir ve bir ulusun ilerlemesi için de bu yegane uygarlığa bakılması gerekir. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü, Batı’ya karşı elde ettiği muzafferiyetler nedeniyle üstünlük duygusuna kapılarak kendini Avrupa uluslarına bağlayan bağları kestiği gün başlamıştır. Bu bir hata idi, bunu tekrarlamayacağız”*.

Böyle bir arka plan dahilinde, zamanın bazı aydınlarının savunduğu üzere batılılaşma hareketlerinin yalnızca bir teknoloji transferinden ibaret kalmayacağını kestirebilmek pek de güç değildi. Nitekim öyle de oldu ve Osmanlı modernleşmesinde bir araç olarak kullanılan batılılaşma kısa bir zamanda cumhuriyet kadrolarınca bir amaç haline getirildi ve çağdaş bir toplumun olmazsa olmaz şartı olarak benimsendi. (Hiç şüphesiz bu durum, Osmanlı modernleşme çabalarıyla cumhuriyet batılılaşmasını ayrıştıran temel faktör olarak karşımıza çıkmaktadır).

Buna paralel olarak, ülkeyi geri kalmışlığa mahkum ettiğine inanılan Osmanlı toplumu fikir ve dünya algılayışının büyük ölçüde ortadan kaldırılmasını ve yerine batılı bir yaşam ve düşünce tarzının ikame edilmesini amaçlayan politikalar da son hızla hayata geçirildi.

Bu doğrultuda tasarlanan yeni yapının hukuksal temelini Avrupa’dan değişikliğe uğratılmadan getirilen Ticaret Kanunu, Ceza Kanunu ve Medeni Kanun gibi bütünler oluştururken, kıyafette yapılan yenilikler, Latin harflerinin kabulü, hafta tatilinin Pazar gününe alınması, Soyadı Yasası, uluslararası takvime geçilmesi ve çok sesli Batı müziğinin benimsenmesi gibi geniş bir batılılaşma pratiğin de ayrıca uygulamaya konduğuna tanık olmaktayız.

Tüm bunların ışığında, Kemalist devrimin modernleşmeyi batılı yaşam tarzı üzerinden okuduğunu, batılı bakış açısını içselleştirdiğini ve toplumu bu yönde kanalize etmek için şekillendirici bir uğraş verdiğini net bir biçimde söyleyebilmek mümkün.

Günümüzde bu politikanın başarısı, Prof. Dr. Şerif Mardin’in “imam – öğretmen” ayrışmasında ifade ettiği gibi tartışmalı olsa da, şehirli kitlelerin büyük ölçüde batılı bir yaşam biçimini benimsemiş olduklarını görmekteyiz. Çoğunluğu oluşturan muhafazakar tabakanın ise geleneklerini korumakla birlikte küreselleşmenin de etkisiyle kabuk değiştirdiğine ve söz konusu yaşam tarzı konusunda eskisi kadar yadırgayıcı olmadığına tanık oluyoruz.

Dolayısıyla işin pozitivist boyutu bir kenara bırakıldığında, batıyla bütünleşme ülküsünün en azından toplumsal zihniyet nezdinde başarısızlığa uğradığını iddia edebilmek pek de kolay değil. Tam da bu noktaya vurgu yapan ünlü tarihçi ve Ortadoğu uzmanı Bernard Lewis de Türkiye’nin kamu hayatının önemli alanlarında batılılaştırıcı devrimin başarıya ulaştığını ve geri dönülemez bir dönüşümü başardığını dile getiriyor. **

Bu tarihsel ve sosyolojik tespitler karşısında, ulusalcılığı savunanların batıya dayalı çağdaşlaşma ve yenilenme çabalarına karşı takındıkları tavırlara M. Kemal Atatürk’ün uygulamalarını örnek göstermeleri doğal olarak son derece ciddi bir tutarsızlığa işaret ediyor. Özellikle de sivil bir anayasa çatısı altında kanunları AB müktesebatına uygun hale getirmeye çalışan siyasi erkin ihanetle suçlanması, cumhuriyetin erken dönemlerinde en temel kanunların bizzat Atatürk’ün emriyle Avrupa’dan doğrudan intikal ve tercüme edildiği göz önünde bulundurulduğunda son derece ironik.

İşte bu noktada, ulusalcı bakış açısının M. Kemal Atatürk’ün dinamik duruşuna karşı ne denli statik bir noktada olduğunu görebilmek mümkün.

Hatta belki de ulusalcılık, Kemalizm’in öngördüğü batılı şekilsel değişimi gerçekleştirmiş, ancak çok daha hayati olan zihinsel dönüşümde güdük kalmış bir kitleyi bizlere tanımlıyor. Çünkü karşımızda batılılaşmayı 1930’ların otoriter ve pozitivist Avrupa’sı üzerinden anlamlandıragelmiş ve orada takılıp kalmış bir anlayış söz konusu. Elbette Kemalizm’in de o yılların pozitivist anlayışından doğal olarak etkilenmiş olduğu muhakkak, ancak aynı zamanda süregelen bir toplumsal dinamizmi ve batı zihniyetli bir “inkılapçılığı” arzulamış olduğu da bir vakıa. Hatta M. Kemal’in 1920’lerdeki demokrasi denemelerinin bile bugünkü ulusalcı anlayıştan çok ileri bir noktayı ifade ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Ulusalcıların batılılaşmaya karşı çıkarken kullandıkları bir diğer argüman ise, milli mücadelenin batının desteklediği unsurlara karşı yapıldığından hareketle Kemalist devrimin batı karşıtı bir “tam bağımsızlık” hareketi olduğu yönünde. Ancak bu argüman daha temelden sakat, çünkü genç cumhuriyet rejiminin uyguladığı batılılaşma politikası milli mücadelenin Avrupalılara karşı verilmiş olmasından bağımsız bir iç şekillenmeyi ifade etmekte. Bu bağlamda tüm pratikler ve söylemler, bize M. Kemal Atatürk ve cumhuriyet kadrolarının ana uhdesinin Misak-ı Milli sınırları içerisinde yeniden yapılanmış ve batılı değerleri özümsemiş bireylerden kurulu bir cumhuriyet olduğunu gösteriyor. Bizzat M. Kemal Atatürk’ün ifade ettiği üzere, altına imza atılan tüm çağdaşlaşma politikaları ve inkılaplar, “Türkiye’de garbî bir hükümet vücuda getirebilme” amacını fazlasıyla kanıtlıyor. ***

Dolayısıyla cumhuriyet kadrolarının, batılı fikir yapısına sahip bir zihniyetin devlet ve toplum katmanlarında egemen hale gelmeden modernleşmenin mümkün olamayacağı inancını paylaştıkları da açıkça görülüyor.

Bunlardan hareketle “ulusalcılar batılılaşmada M. Kemal Atatürk düşüncesinin neresinde?” diye bir soru sorduğumuzda, zihniyet bağlamında çok ciddi sorunlarla karşılaşmaktayız. Biraz yüzeysellikten uzak bir bakış, bize M. Kemal Atatürk’ün fikirlerinin bu marjinal akımdan soyutlanarak analiz edilmesi gerektiğini söylüyor.

Ne var ki bir fikrin veya fikirler bütününün reklamı, onu temsil ettiğini iddia eden kitlelerin davranışlarıyla şekilleniyor. Söz konusu fikirler bütünü özünde farklılıklar gösterse bile, o fikri sahiplenen insanların tavırları onun algılanışını kaçınılmaz olarak etkiliyor. Dolayısıyla oligarşik bürokrasinin politikaları sonucu halihazırda kapsayıcılık yönünden ciddi bir kriz yaşamakta olan Kemalizm’in, batılılaşma cenahında da ulusalcı kitlelerin tavırlarıyla ciddi bir düzey kaybına uğradığını görmekteyiz. Bu açıdan söz konusu analizin ancak sınırlı oranda bir anlam ifade edebileceğini ve Kemalizm’deki onulmaz yıpranmayı geri çevirmeye hiçbir şekilde yetmeyeceğini teslim etmek gerekiyor.

Sonuç olarak, 2000’li yılların hızla değişen global dinamiklerini anlamlandırabilmek için sürekli olarak seksen yıl öncesine vurgu yapmak ve bundan hareketle çözüm üretmeye çalışmak sağlıklı bir yaklaşım olmaktan uzak ve kendi içerisinde bir dogmalaşmanın ta kendisi.

Ancak rasyonel olsa da olmasa da, Türkiye şartlarında söz konusu kesimlerin bakış açısını bizzat kendi dayanaklarını kullanarak çürütmek önem taşıyabilir. Zira laik kesim içindeki kırılmanın otoriter kanadını temsil eden bu akımın sloganlarla gölgelemeye çalıştığı jakoben karakteri, bazıları için bu şekilde çok daha rahatlıkla ortaya dökülebilir.

Belki böylelikle, ulusalcıların nihai amacının ülkenin “bağımsızlığı” değil, “bürokratik iktidarın bekasını temin” olduğunu fark edebilecek bireylere az da olsa rastlama olasılığımız da yükselebilir.



Kaynaklar:

* Gürbüz D. Tüfekçi, Atatürk’ün Düşünce Yapısı (Turhan Kitabevi, Ankara 1896)
** Bernard Lewis, Türkiye: Batılılaşma (University of Chicago Press, 1955)
*** Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri III (TTK yy. Ankara,1959
)

23 Haziran 2008

Thursday, June 12, 2008

İdeoloji cübbesi


Anayasa Mahkemesi’nin yetkilerini açık bir biçimde ihlal ederek ve bizzat kendisini meşrulaştıran anayasanın amir hükümlerini hiçe sayarak vermiş olduğu iptal kararı daha uzun süre tartışılacağa benziyor. Hâlâ pek çok siyasetçi ve hukukçunun, mahkemenin vardığı hükmün ne denli “kanun dışı” olduğunu Anayasayı ve içtihatları referans göstermek suretiyle ispat etmeye çalıştığını görmekteyiz.

Ne var ki, iptal kararın altına imza atan yapının temel felsefesini ve işleyişini göz önüne aldığımız zaman, bunların ne kadar naif ve beyhude çabalar olduğu kendiliğinden ortaya çıkmakta. Çünkü yapının “hukuksal” olmak gibi derdi yok ve hiçbir zaman da olmadı. Zira bu yapının arka planını oluşturan zihniyet, hukukun ve demokrasinin hakim olması durumunda onlarca yıldır dayata geldiği çağdışı mekanizmanın kırılacağının çok iyi farkında ve her yaptığıyla da bunu belli ediyor. Söz konusu olgu ise yeni bir tespit olmaktan uzak ve Yaşar Büyükanıt’ın, “malumun ilanı” sözleri bu durumu en iyi tanımlayacak ifadelerden biri.

Zaten rejimin niteliği bağlamında Türkiye’de hukukun ne şimdi ne de geçmişte temel belirleyici bir rol üstlenebildiğini görebiliyoruz. Hukuksallıktan özellikle kaçınmış olan statükonun ise her ahval ve şeraitte tek ve biricik bir referansı olageldi: “devletin resmi ideolojisi”.

Nitekim yakın geçmişe kısa bir bakış, zaten eksik olan hukuksal tabanın zamanla nasıl tamamen ortadan kaldırıldığına ve yerine ne şekilde kaba bir devletçi mantığın oturtulduğuna tanıklık etmemizi sağlayabilir.

Kökleri çok daha eskiye uzansa da, devletçi yapının yeni bir boyut kazanmasının ve bugünkü pozisyonunu almasının başlangıç noktasını 28 Şubat olarak belirleyebilmek mümkün. Nitekim sistemin bekası açısından “kritik” devlet makamlarına çok daha fazla değer yüklemeye başlandığı dönem de bu sürece rastlamakta.

Organların yeniden yapılandırılmaya tabi tutulduğu bu zaman diliminde, tıpkı YÖK ve üniversiteler gibi yüksek yargının işlevleri de yeniden dizayn edilmiş ve yüksek yargı kurumları oligarşik bürokrasinin bir parçası olarak tasarlanmıştı. Nitekim devlet işleyişi açısından stratejik öneme sahip olduğu bilinen bu kurumların üyelerinin söz konusu amaç doğrultusunda belli kriterlere ve zihniyet kalıplarına binaen özenle belirlendiği ve bu kriterlerin içinde hukukun ön sıralarda yer almadığı herkesçe bilinen bir gerçekliği ifade etmekteydi.

Bu noktada en önemli rol, yapının devlet yönetimi içerisindeki baş aktörü olarak konumlanmış son derece “yetkili” ama icraatlarından “sorumsuz” bir cumhurbaşkanı tarafından oynanmaktaydı. Nitekim Ahmet Necdet Sezer de atamalar konusunda kendisine biçilen görevi hakkıyla yerine getirdi ve amaca uygun bir yüksek yargı kompozisyonu oluşturulmuş oldu. Böylece iktidara gelecek partinin resmi ideoloji doğrultusunda “dizginlenmesi” mümkün olacak ve yasamanın “haddini aşması” sözde bir hukuksal mekanizma tarafından engellenebilecekti. Bu sayede ordunun olaylara müdahil olmasına da gerek kalmayacak ve sistem kendi denklemleri içerisinde resmi ideoloji karşıtı kalkışmaları bertaraf edebilecekti.

Ancak evdeki hesap çarşıya pek de uymadı.

Nitekim siyasi ve ekonomik anlamda tam bir felakete yol açan 28 Şubat’tan yalnızca beş yıl kadar sonra Ak Parti’nin tek başına iktidara gelmesi, üstüne üstlük devletsel denetimin en hayati unsuru olan cumhurbaşkanlığı makamına oturacak kişiyi kendi geleneğinden gelen bir isimle belirlemeye niyetlenmesi, e-muhtıralara kadar giden bir süreci tetiklemiş oldu. Çünkü statüko açısından cumhurbaşkanlığı makamının yitirilmesi, tüm vesayetin ciddi anlamda tehlike altına girmesini ima etmekteydi ve bu asla tahammül gösterilebilecek bir keyfiyet değildi.

Anayasa Mahkemesinin de bu derece etkin bir güç olarak devreye girmesi bu zamana rastlar. Bu bağlamda 367 kararı, artık yasaları ve yöntemleri “hukuka” göre değil “devlet ideolojisi”ne göre denetlemekle muvazzaf yeni bir Anayasa Mahkemesi görmekte olduğumuzu tüm çıplaklığıyla ortaya koymaya yetmişti.

Günümüzde de aynı mantık hâlâ devam etmekte ve hali hazırda benzer bir durum yaşanmakta. Dolayısıyla evrensel hukuk ilkeleri ve temel hak ve özgürlüklerle birebir uyum içerisinde olan bir değişikliğin Anayasa Mahkemesi benzeri “rejim bekçileri” tarafından devletin âlî menfaatlerine uygun bulunmaması ve hukuk dışı gerekçelerle iptal edilmesi Türkiye için son derece olağan.

Ne var ki mahkemenin son aksiyonunun hiçbir orijinalliği yok da değil.

Görünen o ki, “hukuk devleti” ilkesini hasıraltı edeli uzun zaman olan yüksek yargı, aldığı son kararla gerekirse bununla da yetinmeyeceğini ve “yüce rejimi” korumak için sistemin kendi ürettiği anayasayı bile çiğnemekten çekinmeyeceğini herkese ilan etmiş oluyor.

Anlaşılan yüce yargıya göre, 12 Eylül Anayasası bile topluma bol gelmiş durumda.

Mahkemedeki dokuz üyenin nasıl bir rejime özendikleri bilinmez, ancak bunun hukuk devleti olmadığı kesin. Hatta “kanun devleti” demek bile olanaksız, çünkü kanunlar ve anayasa bile mahkeme üyelerine göre rejimi korumada yetersiz kalabiliyor. Belki de en iyisi, her demokratik talep karşısında onun rejime uygunluğunu keyfi olarak denetleyebilecek bir “rejim yargıçları sultası”, yani “jüristokrasi”. Böylece kanunların yakalayamadığı “demokrasi hinliklerinin” önüne de geçilmiş olur ve her daim tehlikede olan rejim rahat bir nefes alabilir.

Durum tüm vahametiyle bu denli meydandayken hâlâ yargıya güven duyulmasından bahsetmek ise ya açık bir kastı ya da gizli bir samimiyetsizliği ima ediyor. Zira bu statükoyla Türkiye’nin demokratik bir ülke olmayı başarabilmesinin asla mümkün olmadığı gayet net ve açık bir biçimde ortada, çünkü karşımızda toplumsal dinamiklerin önünü gayrı hukuksal yapılarla kesmeyi ve böylelikle değişim baskısından kurtularak “ağız tadıyla” tepeden inmeci yapıyı sürdürmeyi amaçlayan bir zihniyet söz konusu.

Ne var ki bu uzak görüşlü ve gerçekçi bir mantık olmaktan oldukça uzak.

Zira bu zihniyet sadece Türkiye’deki iç dinamiğe karşı mücadele etmekle kalmıyor, aynı zamanda 1930’ların öngördüğü şekillendirici ulus devlet modelinin halen geçerli olduğu sanısıyla kendi içine kapanıp dünyayla bağlantılarını koparmak suretiyle küresel değişime de karşı koymaya çabalıyor.

İşte tam da bu noktada, statükonun en büyük çıkmazı açığa vurulmuş oluyor.

Çünkü küresel değişimin dünyada daha demokrat yapıları zorladığı ve tüm toplumlarla birlikte Türkiye toplumunu da ister istemez o yöne çektiği apaçık meydanda. Artık devletlerin kendilerine göre tanımladıkları ve vatandaşlarına empoze ettikleri ulus devletçi “modern” oluşumlar çatırdıyor ve daha fazla özgürlük içeren, bireylerin kimliklerini rahatça ifade edebildiği ve farklı sentezlerin yaşam alanı bulabildiği post modern yapılar oluşmaya başlıyor.

Böyle bir global değişimin tam da ortasında duran Türkiye’de statik yapının varlığını devam ettirebilmesi ise olanak dahilinde değil. Zaten yakın geçmiş de, şekil değiştiren toplumsal katmanlarla beraber ister istemez kendilerini yenilemek zorunda kalan kurumsal yapılanmaları gözler önüne sermekte. İşin ironik tarafı, bu değişimin en hızlı ve belirgin örneklerinden bir tanesinin Türkiye’nin toplumsal dokusunda yaşanıyor olması ve statükonun bu gerçekliği sanal zannederek ona karşı koyabileceği hayaline kapılması.

Bunları algılayabilmekten son derece uzak bir yapıyla karşı karşıya olduğumuz ortada. Ancak statükonun neyi görmek isteyip istemediği, neyi yapıp yapmadığı varacağı sonuç bağlamında pek de önemli değil.

Bu açıdan toplumsal ve küresel dinamiğin uzun vadede her türlü kalıbı yıkacağını bilmek, bu kaba devletçi pratikten zarar gören birçok Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı için belki de biraz olsun rahatlatıcı olabilir.


12 Haziran 2008

Wednesday, June 4, 2008

Ulusalcıların tarih kurgusu


Çağdaş bir demokrasiyle yönetilme şansı bulamayan toplumların tarih algısı, çoğu zaman onu aktaran otoritenin ideolojik amaçları doğrultusunda şekillenebiliyor. Bu olguyu “tarihin belli bir amaç için araçsallaştırılması” şeklinde nitelendirmemiz de mümkün.

Bu algı sürecinin ilk aşaması, sistemin bekası endişesini taşıyan statüko tarafından, kendi ideolojisinin doğruluğunu her fırsatta vurgulayan ve tarihsel olayları bu yönde manipüle edilmiş bir biçimde sunan bir “resmi tarih” eğitiminin kitlelere verilmesinden geçmekte.

Retorikler ve simgelerle donatılmış böyle bir eğitimin çok uzun yıllar sürmesi ve aykırı anlatımlara set çekilmesi, birkaç nesil sonra kendilerine yansıtılan tarihin mutlak doğruluğunu kabullenmiş olan kitleler yaratabiliyor.

Ne var ki iç dinamiklerden kaynaklanan güçlü talepler ve küreselleşme statükoyu uzun vadede kaçınılmaz olarak daha esnek davranmaya zorluyor ve yasaklanmış muhalif anlatımların sesi böylece daha çok çıkmaya başlayabiliyor. Üstelik bu aykırı seslerin kaynak ve belge bakımından sağlamlığı, statükoyu çok daha güç bir konumda bırakabiliyor.

Böylelikle, resmi tarihle yoğrulmuş kitleler de bir ikilemle karşı karşıya kalmış oluyorlar.

Bir kesim doğru bildiklerini sorgulamaya başlıyor ve iyi-kötü gerçekliklerle yüzleşmeye hazır olduğu mesajını veriyor. Diğer bir kesim ise daha tutucu davranarak tüm yaşananların kirli bir oyun olduğunu varsayıyor, resmi tarihe daha sıkı sarılıyor ve hızlı bir mantıktan kopuş silsilesinin içerisine yuvarlanıyor.

Türkiye’de yaşanan durum da bundan pek farklı değil ve laik cenahta ciddi bir kamplaşma söz konusu.

Bir tarafta, ülkenin büyük bir demokratik dönemecin eşiğinde olduğunun farkında olan ve değişim yönünde destek veren demokrat bir kitle var.

Genel olarak devlete ve onun kendilerine anlata geldiği tarihe inanmış olan bu kitlenin son yaşananlardan ötürü ciddi bir geçmişi sorgulama süreci içerisine girdiğini gözlemleyebiliyoruz. Çünkü hem bir reform süreci yaşanması gerektiğine inanıyorlar hem de bir zamanlar söylemlerine inandıkları kişi ve kurumların aslında ne denli bağnaz olabileceklerini bizzat gözlemlemek onları resmi tarihin doğruluğu konusunda şüphe içerisine düşürmüş durumda. Zira statüko savunucularının halihazırda yaşanmakta olanları bile ne derece manipüle edebildiklerini gördüklerinden bu yana, aynı zihniyetteki otorite tarafından kendilerine öğretilenlerin doğruluğu konusunda “acaba” sorusunu sormadan edemiyorlar.

Beri yanda ise resmi tarihe her zamankinden daha sıkı sarılan, statükonun amansız savunucuları ulusalcıları görmekteyiz.

Bilindiği üzere ulusalcıların kendilerine özgü bir tarih şablonu ve bundan elde ettikleri, birbirini tekrar eden söylemleri var. Bu söylemlerin ortak özelliği, derin bir analizden uzak olmaları ve hemen hemen tamamında tümevarım yönteminin kullanılmış olması. Ancak bu, bilimsel değil maksatlı bir tümevarım. Bu bağlamda örnekler çoğu zaman kasıtlı bir şekilde seçiliyor ve genelleme yöntemiyle bir kitlenin veya fikrin kötülenmesi için kullanılıyor.

Örneğin Kurtuluş Savaşı’na destek vermiş yüzlerce din adamı, tarikat şeyhi, müderris ve müftü dururken Mustafa Sabri Efendi’nin mücadele karşıtı fetvaları öne çıkarılarak “dinciler”in ihanetinden bahsedildiğine tanık olabilirsiniz. Benzer şekilde dünya savaşında ve milli mücadelede kan dökmüş on binlerce Kürt veya Arap kökenli vatandaşın göz ardı edilip tüm vurgunun Şerif Hüseyin ve Şeyh Sait’in ayaklanmalarına yapıldığı da malum.

Böylesine mantıktan ve objektiviteden uzak bir zihniyetin önermeleri sosyolojik anlamda ciddiye alınır olmaktan çok uzak, ancak kendi mensuplarını motive etme bağlamında hayli etkili.

Çünkü ulusalcığa gönül verenler bunlara adeta iman edip aynı sloganları yıllardır tekrarlamaktan bir bıkkınlık duymuyorlar. Üstelik bu motivasyonları hız ve ivme kazanarak devam ediyor.

Ancak inandırıcı olmasa bile yargılarda bulunmadan önce kitaplara azıcık göz atmakta fayda olabiliyor. Aksi takdirde başınıza olmadık işler gelebilmekte

Örneğin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Yalçınkaya’nın Ak Parti’nin kapatılması için hazırladığı iddianamede “mürteci” olarak suçlanan İngiliz Muhipler Cemiyeti başkanı Sait Molla’nın aslında dinle yakından uzaktan bir alakasının olmadığı ortaya çıkması ulusalcılar açısından oldukça can sıkıcı bir durum.

İşin ilginci, bu şahıs Osmanlı’da Adalet Bakanlığı Müsteşarı ve Şûra-i Devlet (şimdiki Danıştay) üyesiymiş. Yani kendisini molla zanneden Abdurrahman Yalçınkaya ile meslektaşmış.

Anlaşılan aydınlık cumhuriyetin usçu bireyleri, lakabı her “molla” olanın din adamı olması gerekmediği ayrıntısını atlayıvermişler.

Daha da trajikomik olan bir konu, yine Yalçınkaya’nın kendisinden “cumhuriyet kurulduktan sonra İngiliz altınlarının parıltısıyla ve şeriat çığlıklarıyla ayaklandı” diye bahsettiği Derviş Vahdeti’nin de cumhuriyet kurulmadan on dört sene önce, yani 1909’da asılmış olduğu.

Meğerse Vahdeti, 31 Mart ayaklanmasına öncülük edenlerden biri olduğu için infaz edilmiş ve cumhuriyeti görmeye ömrü vefa etmemiş. Haliyle de göremediği bir şeye karşı ayaklanması mümkün olmamış.

Neyse ki önemli olan üzümü yemek değil bağcıyı dövmek. Dolayısıyla ulusalcılar için saçmalamanın hiçbir sınırı yok.

Öyleyse siz de buyurun, atış serbest!

4 Haziran 2008