Wednesday, June 4, 2008

Ulusalcıların tarih kurgusu


Çağdaş bir demokrasiyle yönetilme şansı bulamayan toplumların tarih algısı, çoğu zaman onu aktaran otoritenin ideolojik amaçları doğrultusunda şekillenebiliyor. Bu olguyu “tarihin belli bir amaç için araçsallaştırılması” şeklinde nitelendirmemiz de mümkün.

Bu algı sürecinin ilk aşaması, sistemin bekası endişesini taşıyan statüko tarafından, kendi ideolojisinin doğruluğunu her fırsatta vurgulayan ve tarihsel olayları bu yönde manipüle edilmiş bir biçimde sunan bir “resmi tarih” eğitiminin kitlelere verilmesinden geçmekte.

Retorikler ve simgelerle donatılmış böyle bir eğitimin çok uzun yıllar sürmesi ve aykırı anlatımlara set çekilmesi, birkaç nesil sonra kendilerine yansıtılan tarihin mutlak doğruluğunu kabullenmiş olan kitleler yaratabiliyor.

Ne var ki iç dinamiklerden kaynaklanan güçlü talepler ve küreselleşme statükoyu uzun vadede kaçınılmaz olarak daha esnek davranmaya zorluyor ve yasaklanmış muhalif anlatımların sesi böylece daha çok çıkmaya başlayabiliyor. Üstelik bu aykırı seslerin kaynak ve belge bakımından sağlamlığı, statükoyu çok daha güç bir konumda bırakabiliyor.

Böylelikle, resmi tarihle yoğrulmuş kitleler de bir ikilemle karşı karşıya kalmış oluyorlar.

Bir kesim doğru bildiklerini sorgulamaya başlıyor ve iyi-kötü gerçekliklerle yüzleşmeye hazır olduğu mesajını veriyor. Diğer bir kesim ise daha tutucu davranarak tüm yaşananların kirli bir oyun olduğunu varsayıyor, resmi tarihe daha sıkı sarılıyor ve hızlı bir mantıktan kopuş silsilesinin içerisine yuvarlanıyor.

Türkiye’de yaşanan durum da bundan pek farklı değil ve laik cenahta ciddi bir kamplaşma söz konusu.

Bir tarafta, ülkenin büyük bir demokratik dönemecin eşiğinde olduğunun farkında olan ve değişim yönünde destek veren demokrat bir kitle var.

Genel olarak devlete ve onun kendilerine anlata geldiği tarihe inanmış olan bu kitlenin son yaşananlardan ötürü ciddi bir geçmişi sorgulama süreci içerisine girdiğini gözlemleyebiliyoruz. Çünkü hem bir reform süreci yaşanması gerektiğine inanıyorlar hem de bir zamanlar söylemlerine inandıkları kişi ve kurumların aslında ne denli bağnaz olabileceklerini bizzat gözlemlemek onları resmi tarihin doğruluğu konusunda şüphe içerisine düşürmüş durumda. Zira statüko savunucularının halihazırda yaşanmakta olanları bile ne derece manipüle edebildiklerini gördüklerinden bu yana, aynı zihniyetteki otorite tarafından kendilerine öğretilenlerin doğruluğu konusunda “acaba” sorusunu sormadan edemiyorlar.

Beri yanda ise resmi tarihe her zamankinden daha sıkı sarılan, statükonun amansız savunucuları ulusalcıları görmekteyiz.

Bilindiği üzere ulusalcıların kendilerine özgü bir tarih şablonu ve bundan elde ettikleri, birbirini tekrar eden söylemleri var. Bu söylemlerin ortak özelliği, derin bir analizden uzak olmaları ve hemen hemen tamamında tümevarım yönteminin kullanılmış olması. Ancak bu, bilimsel değil maksatlı bir tümevarım. Bu bağlamda örnekler çoğu zaman kasıtlı bir şekilde seçiliyor ve genelleme yöntemiyle bir kitlenin veya fikrin kötülenmesi için kullanılıyor.

Örneğin Kurtuluş Savaşı’na destek vermiş yüzlerce din adamı, tarikat şeyhi, müderris ve müftü dururken Mustafa Sabri Efendi’nin mücadele karşıtı fetvaları öne çıkarılarak “dinciler”in ihanetinden bahsedildiğine tanık olabilirsiniz. Benzer şekilde dünya savaşında ve milli mücadelede kan dökmüş on binlerce Kürt veya Arap kökenli vatandaşın göz ardı edilip tüm vurgunun Şerif Hüseyin ve Şeyh Sait’in ayaklanmalarına yapıldığı da malum.

Böylesine mantıktan ve objektiviteden uzak bir zihniyetin önermeleri sosyolojik anlamda ciddiye alınır olmaktan çok uzak, ancak kendi mensuplarını motive etme bağlamında hayli etkili.

Çünkü ulusalcığa gönül verenler bunlara adeta iman edip aynı sloganları yıllardır tekrarlamaktan bir bıkkınlık duymuyorlar. Üstelik bu motivasyonları hız ve ivme kazanarak devam ediyor.

Ancak inandırıcı olmasa bile yargılarda bulunmadan önce kitaplara azıcık göz atmakta fayda olabiliyor. Aksi takdirde başınıza olmadık işler gelebilmekte

Örneğin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Yalçınkaya’nın Ak Parti’nin kapatılması için hazırladığı iddianamede “mürteci” olarak suçlanan İngiliz Muhipler Cemiyeti başkanı Sait Molla’nın aslında dinle yakından uzaktan bir alakasının olmadığı ortaya çıkması ulusalcılar açısından oldukça can sıkıcı bir durum.

İşin ilginci, bu şahıs Osmanlı’da Adalet Bakanlığı Müsteşarı ve Şûra-i Devlet (şimdiki Danıştay) üyesiymiş. Yani kendisini molla zanneden Abdurrahman Yalçınkaya ile meslektaşmış.

Anlaşılan aydınlık cumhuriyetin usçu bireyleri, lakabı her “molla” olanın din adamı olması gerekmediği ayrıntısını atlayıvermişler.

Daha da trajikomik olan bir konu, yine Yalçınkaya’nın kendisinden “cumhuriyet kurulduktan sonra İngiliz altınlarının parıltısıyla ve şeriat çığlıklarıyla ayaklandı” diye bahsettiği Derviş Vahdeti’nin de cumhuriyet kurulmadan on dört sene önce, yani 1909’da asılmış olduğu.

Meğerse Vahdeti, 31 Mart ayaklanmasına öncülük edenlerden biri olduğu için infaz edilmiş ve cumhuriyeti görmeye ömrü vefa etmemiş. Haliyle de göremediği bir şeye karşı ayaklanması mümkün olmamış.

Neyse ki önemli olan üzümü yemek değil bağcıyı dövmek. Dolayısıyla ulusalcılar için saçmalamanın hiçbir sınırı yok.

Öyleyse siz de buyurun, atış serbest!

4 Haziran 2008

No comments: