Tuesday, May 27, 2008

Yargı bağımsızlığı mı, yargısal elitin keyfiliği mi…


Hukuk devletinde bağımsız yargı, kuvvetler ayrılığı prensibi bağlamında hiç kuşkusuz vazgeçilemeyecek değerlerden bir tanesi. Çünkü bağımsız yargının varlığı yasama ve yürütme organlarının denetimi açısından kritik bir önem taşıyor.

Nitekim tüm demokratik ülkelerde işleyiş bu şekilde.

Ne var ki söz konusu işleyişin sağlıklı bir biçimde yürüyebilmesi için yargının bağımsızlığı kadar hayati başka bir faktör daha var: “yargının tarafsızlığı”.

Tarafsız olmayan bir yargı mekanizması, her şartta evrensel hak ve hukuktan yana tavır alması gereken demokratik anlayıştan farklı bir duruşu ifade edebiliyor ve söz konusu mekanizma olgulara ideolojik gözlüklerle bakmayı yeğleyebiliyor. Bu gerçekleştiği takdirde de yargı erki desteklemekte olduğu ideoloji yanında saf tutuyor, adalet terazisini elden bırakıyor ve bir siyasal görüşün aracı haline geliyor.

Yargının bağımsızlığı da böylece otomatikman “yargının keyfiliği”ne dönüşmüş oluyor.

Bu çeşit bir keyfilik sadece yargıya olan güveni yıpratmakla kalmıyor, hukuk devleti kavramını da sulandırıyor.

Türkiye’de geçen hafta yaşanan “y-muhtıra” olayı, egemen devlet ideolojisine ait dünya algılayışının yüksek yargı organları tarafından paylaşıldığını ve yargının bu yönde taraf olduğunu şüpheye meydan vermeyecek bir şekilde teyit etti.

Bu oldukça şanssız, ama Türkiye için bir o kadar da alışılagelmiş bir durum.

Çünkü cumhuriyet kurulduğundan bu yana muhtıralarda, darbelerde ve demokrasinin sekteye uğratıldığı kalkışmalarda yargısal elitin en azından düşünsel bir desteği esirgemediğini biliyoruz. Kendilerinin de bu gerçekliği inkar ettikleri pek söylenemez, zira Tansel Çölaşan’ın 1960 darbesini kutsayıcı sözleri bu zihniyetin halen sürdüğünün bir göstergesi.

Bu denli siyasallaşmış bir yargının sert eleştirilerin muhatabı olması gayet normal. Çünkü kabul etmek gerekir ki siyasal iktidarın ve demokrat unsurların bu keyfiliğe sessiz kalması ve eylemsizliği tercih etmesi çok da beklenebilecek bir tavır değil.

Ancak yargısal elitin en önemli kurumlarından ikisi olan Yargıtay ve Danıştay’ın canı artık epeyce sıkılmış olmalı ki, geçen hafta peş peşe yayımladıkları bildirilerde bu konuya değinmeden edemediler. Kamuoyundan kendi bakış açılarına yönelik eleştirileri sert bir dille kınayan bu iki kurum, tarafsız bir yargı talebinde bulunanları da, “maksadı belli iktidar yandaşları” olmakla suçladılar.

Böylelikle yüksek yargı, ideolojik cübbesini kuşandığını bir kez daha kendi ağzıyla itiraf etmiş oldu ki bunun bir sürpriz olduğu iddia edilemez.

Bildirilerde dikkat çekici diğer bir nokta da, verilen kararların sorgulanmazlığı bağlamında "yargının bağımsızlığı"na ısrarla vurgu yapılıyor olması.


Yargısal elit bu yolla kendi tarafgirliğini normal saymakla kalmıyor, icraatlarının tamamının “yargısal bağımsızlık” zırhı içerisinde mütalaa edilmesi gerektiğini ileri sürüyor. Yani adaletin en önemli unsuru olan tarafsızlık ilkesini ayaklar altına almış olmasının hiçbir yaptırımına katlanmak niyetinde olmadığını açıkça ilan ediyor.

Her nedense, statükoyu korumak için toplum üzerinde baskıyı meşru gören kurumların bağımsızlığa pek meraklı olduğunu gözlemlemekteyiz. Bu sadece Türkiye için değil, tüm dünya için kabul görecek bir saptama.

Örneğin İran’da rejimi muhafazayla görevli Anayasayı Koruma Konseyi de bağımsızlık konusunda son derece hassas ve Türkiye’deki muadilleriyle ciddi benzerlikler gösteriyor.

Bu konsey, milletvekili seçilecek adayların hayat tarzlarını kurcalamaktan meclisten çıkan kanunların rejime uygunluğunu denetlemeye kadar geniş bir yetki alanında söz sahibi.

Rejimin yüce çıkarları gereği pek çok haksız uygulamanın altına imza atan konsey, aldığı kararların ve yayımladığı bildirilerin hukuksuzluğu karşısında eleştiriye maruz kalmayı asla kabul etmiyor. Çünkü devlet ideolojisi safında bir taraf olmayı ve bağımsızlığını kullanarak toplum iradesi karşısında ceberut bir gölge gibi dikilmeyi doğal bir hak olarak görüyor.

İşin tuhafı, Türkiye’deki yargısal elit İran’daki statükoya ve onun organlarına özgürlükleri hiçe saydıkları gerekçesiyle tepki gösteriyor ve onları “kötü örnek” olarak ifşa ediyor.

Oysa aralarındaki benzerlikleri yakalayabilmek için gereken tek şey dönüp aynaya bir göz atmaları. Çünkü her ikisi de özgürlükleri tehdit olarak görüyor, çoğulculuktan hoşlanmıyor ve kendi rejimlerinin dünya algılayışını her türlü değerin üzerinde tutuyor.

Böyle bir gayrı hukuksallık altında da bağımsızlıktan dem vurup keyfiliklerini sonuna kadar meşrulaştırabilmenin hesaplarını yapıyorlar.

Bize de, anayasa ve kanunları evrensel hukuk ve çağdaş demokrasiyle uyumlu hale getirmenin ne derece önemli olduğunu kavrayabilmek kalıyor. Çünkü adam gibi bir yargı sistemine sahip olabilmenin ve yargıyı “insan hakları ve hukukun üstünlüğü”nün denetimine sokabilmenin tek yolu buradan geçiyor.

Zaten statükonun en fazla endişe duyduğu değişim de bundan başka bir şey değil.

Yoksa siz, statükonun yeni anayasa taslağına niçin bu denli karşı çıktığını hiç düşünmediniz mi?


27 Mayıs 2008

No comments: